Ersitesi basimevi 1988 konya



Yüklə 1,19 Mb.
səhifə12/24
tarix17.01.2019
ölçüsü1,19 Mb.
#98690
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   24

1. Kelâmcıların delilleri:



a) Hudus Delili

b) İmkân Delili

c) Gaye ve Nizam Delili

d) Kabuf-i Âmme Delili

e) İlm-i Evvel Delili199

2. İslâm Filozoflarının delilleri:



a) Hudus Delili

b) İmkân Delili

c) Gaye ve Nizam Delili

d) İlk Sebep, İlk İllet Delili

e) Hareket Delili

f) Ekmel Varlık Delili200

3. Batı Düşüncesinde Allah'ın Varlığına Dair Deliller:



a) Ontolojik Delil (Varlık Delili)

b) Kozmolojik Delil

c) Gaye ve Nizam Delili

d) Ahlâk Delili.

Burada bu tasniflerden ikincisini jesas alarak adı geçen delilleri ki- [; saca açıklayacağız 201



1-Kelâmcıların Delilleri:



A) Hudus Delili:

Hudus; sonradan meydana gelme, yok iken sonradan var olma de­mektir. Böyle sonradan var edilen varlıklara da "hadis" denir. Hadisin karşıtı "kadîm"dir. Kadîm, varlığının başlangıcı olmayan, O'nun varol­madığı bir zaman düşünülemeyen, daima var olan demektir.

Hudus delili, eserden müessire intikal suretiyle âlemin hadis oluşun­dan Allah'ın varlığını isbata varan bir delildir. Diğer bir ifade ile, bu alem­de görülen varlıkların hal ve sıfatlarından hareket etmek suretiyle Al­lah'ın varlığına ulaşma delilidir. Mevcudat için sözkonusu olan illiye! prensibinden faydalanır ve âlemin hudûsu esasına dayanır. Bu sebeple hudus delili diye isimlendirilmiştir, Hudus delili kısaca şöyle bir kıyasla ifade edilebilir.

Âlem, bütün parçalarıyla hadistir. Her hadis olanın bir muhdise ihtiyacı vardır. O halde, bu âlemin de bir muhdist vardır ki, O da hadis olmayan, Vacibu'l-Vucud olan Allah Tealâ'dir.

Bu kıyasın birinci önermesinde yer alan Âlemin hadis oluşu değişik metodlarla İsbat edilir: Cevahir Metodu, Araz Metodu ve Cevahir-Aroz Metodu gibi,202 Biz bunlardan Cevahir ve Araz Metodunu kısaca izah ede­cek olursak, şöyle bir kıyasla belirtebiliriz:

Âlem, cevher ve arazlardan (madde ve suret) meydana gelmiştir. Cevher ve arazlar hadistir.

O halde, hadis olan cevher ve arazlardan müteşekkil olan âlemde hadistir. Âlemin hadis oluşunu isbata yarayan bu kıyasın birinci önermesinde yer alan arazların varlığının isbatı tecrübe ve müşahedeye dayanmak­tadır. Âlemdeki maddelerin bir cevheri, özü, bir de bu özü niteleyen renk, hareket, sükun... gibi arazları vardır. Cisim halleri ve sıfatları değişen bir varlıktır. Cisimde gözlediğimiz bu değişiklikler arazlardır.

İkinci önermede yer alan cevher ve arazların hadis oluşu da yine duyularla kavranabilen bir durumdur. Zira biz duran bir cisim hareket et­tirildiği zaman onda daha önce bulunan sükun, hareketsizlik arazının yok olup yerine hareket arazının kaim olduğunu bizzat görmekteyiz. Bu­radan hareketle arazların hadis oluşuna hükmederiz. Zira önceden yok olan bir arazın meydana gelişine şahit olmuşuzdur. Arazların hudusunu

kendi dışımızdaki varlıklarda afakî olarak müşahede imkânına sahip ol­duğumuz gibi, kendi içimizde meydana gelen açlık, susuzluk, elem, ra­hatlık gibi enfûsî durumlarda da müşahede imkânına sahibiz. Hatta bu sebepledirki, arazların hudusunun ilk bilinen bedihî bilgilerden olduğunu söyleyen âlimler vardır.

Cevherlerin hadis oluşunu ise, arazların hadis oluşundan hareketle isbatlarız. Çünkü cevherler arazsız kâim olamaz, varlığını sürdüremez­ler. Meselâ, her hangi bir cismi ele alacak olursak onu, meydana geti­ren parçalar ya bir arada, içtima' halinde, ya da birbirinden ayrı, iftirak halinde olur. Bu iki ihtimal arasında üçüncü bir ihtimal mevcut değildir. Gerek içtima', gerekse iftirak, cisimler için birer araz teşkil eder. O hal­de cisimlerin arazsız olabileceğini akıl kabul etmez. Arazlar ise hadistir. Öyleyse hadis olan arazlara konu olan cevherler de hadistir. Çünkü ka­dîm olan hem hadislere konu olmaz, hem de değişikliği kabul etmez.

Âlemi meydana getiren cevher ve arazlar hadis olunca, Allah'tan başka her şeyin hadis olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü hadîslerin geri­ye doğru sonsuz olarak devam edemeyeceği açıktır. Hadis demek zaten sonradan var edilmiş demektir.

Âlemin hadis oluşu, âlemin daimî bir değişme içinde oluşuyla da is­patlanır. Nitekim. Kur'an-ı Kerim'de de âlemin değişikliğe maruz kalıp, halden hâle intikal ettiği bildirilmektedir. 203 Varlıklar alemindeki bu deği­şiklik, bir kısım yaratıklarda gözle görülmekte, bizzat müşahede edile­meyenlerin de böyle değişme halinde olduğu akılla bilinmektedir. Deği­şikliklere konu olan her şey hadistir, yani sonradan var olmuştur. Öyle ise, daimî bir değişiklik içinde olduğu sabit olan âlem hadistir.

Cevahir ve araz metoduna dayanan hudus delilini ilk kullanan Ca'd b. Dirhem'dir. Bu, Cehm b. Safvan yoluyla Mu'teziie'ye geçmiş, Mu'tezileden el-Âllaf tarafından geliştirilmiştir. Eş'arî, Mâtüridî ve onlardan sonra gelen Eş'arî ve Mâtüridî kelâmcılar da bu delili kullanmışlardır.

Hudus delilinin birinci önermesi böylece isbat edilince, yani âlemin bir zamanlar yok iken sonradan meydana geldiği sabit olunca, sıra İkin­ci önermeye geliyor, her hadisin bir muhdise, her var edilenin bir var edi­ciye muhtaç oluşu. Bu ise illiyet, sebeplilik kanunu gereğidir.

Her hadisin bir muhdise muhtaç oluşu, Ehl-i Sünnet kelâmcıları ve Mu'tezile'den bazılarına göre her fiilin bir faili, her yazının bir yazıcısının bulunması gibi bedihî ve zarurîdir. Bazı Mu'tezilîlere göre ise istidlali­dir.

Buraya kadar hudus delilinin İki mukaddimesini; âlemin sonradan yaratıldığını ve sonradan yaratılan her şeyin bir yaratıcısının^ bulunduğu­nu isbat ettik. Bu yaratıcı kimdir? Sorusuna verilecek cevap ise "Allah'­tır" olacaktır. Zira hadis olan varlıkların yaratıcısı yine hadis varlıklar cinsinden olamaz. Böyle farz edildiği taktirde o da hadis olduğu için bir başka muhdise, var ediciye muhtaç olacaktır. Bu sebepler zinciri ya son­suza dek bir silsile halinde devam eder, yahut da bu iki hadis varlık bir­birinin var oluş sebebi olur ki, birincisine "teselsül", ikincisine de "devr" denir.

Teselsül ve devrin her ikisinin de batıl olduğu ispatlanmıştır. Tesel­sül; herbirinin varlığı daha öncekinin varlığına dayanan ve ezele doğru uzandığı tasavvur olunan sonsuz bir silsile demektir.

Devr ise, mümkin iki varlıktan her birinin, ötekinin var olması için il­let teşkil etmesi, her ikisi de birbirlerinin var oluş sebebi olarak kabui edilmesidir. Meselâ, A ile B mümkin iki varlık olsun, bunlardan A'nın var edicisi B, B'nin var edicisi de A olarak düşünülürse bu tarz bir düşünce­ye devr denir ki kelâmcılar böyle bir düşünüş şeklini batıl kabul etmişler­dir. Çünkü bu, sebepsiz müsebbebin var oluşunu söylemektir.

Âlemin bizzat kendisi kendi varlığının sebebidir, denemez. Zira illi­yet kanununa göre sebebin sebep olunandan, neticeden önce var olma­sı gerekir. Aksi halde kendisi var olmayan bir şeyin yani "yok"un başka bir varlığın var olmasına sebep olduğu iddia edilmiş olur ki bu imkânsız­dır.

Âlemin bizzat kendisi kendi varlığının sebebi olamayınca, âlemin bir cüz'ü, parçası olan âlemdeki varlıklardan herhangi biri bu âlemin'varlık

sebebidir de denemez. Çünkü bütünün güç yetiremediği bir şeye parçası hiç güç yetiremez. Yani âlemin tamamı için bu mümkün olmadığına göre parçası için de mümkün olamaz. Çünkü cüz' külle tabidir.

Öyleyse bu âlemin var edicisinin hadis olmayan Vacibu'l-Vucud bir varlık olması gerekir ki o da ezeli ve ebedi olan Allah Tealâ'dir. 204



B) İmkan Delili:

İlk ve en çok kullananlar islâm filozofları olduğu için, islâm filozof-larının delili diye meşhur olmuş olan bu delil, müteahhir-in kelâmoılar ta­rafından da kullanılmıştır. Bunlar arasında Şehristânî, Fahreddin Râzî, Taftazanî ve Cürcani'yi zikredebiliriz.

Bu delil, âlemdeki varlıkların dolayısıyla âlemin mümkün oluşundan hareketle Allah'ın varlığını isbata giden bir delildir.

Mutlak mevcut delili, imkan ve vücub delili gibi isimler de verilmiş olan bu delili şöyle bir kıyasla takrir edebiliriz;

Âlem mümkinler topluluğudur.Her mümkin var olabilmek için, yokluğuna varlığını tercih edecek bir müreccihe muhtaçtır,

O haîds bu âlem de var oiabümek için böyle bir müreccîhe muhtaçtır. O da Vacibu'l-Vucud olan Allah'tır,

Bu âlemin mümkin varlıklardan meydana gelmiş olduğu, dolayısıyla mümkün oluşu değişik şekillerde isbatlanabilir:

a-Bu âlemde müşahade ettiğimiz bir çok varlık vardır. Bunların varlığı bir gerçektir. Ancak yokluğunu düşünmek de muhal değildir. Bu varlıklar hiç var olmayabilirdi, yok olmaları da mümkündür. İşte böyle yokluğunu düşünmek muhal olmayan, varlığı ve yokluğu mümkün olan varlıklar mümkün varlıklardır. Âlem de böyle mümkün varlıklardan mey­dana geldiğine göre o da mümkündür.

b-Âlemde müşahade ettiğimiz değişikliklerin olması da yine bu âlemin mümkün oluşuna delalet eder. Çünkü Vacib olan değişikliği kabul etmez. Varlıklar ya vacib, ya da mümkün varlık olur. Âlemdeki değişiklik­ler tecrübe ve müşahade ile sabit olunca, âlemin vacib olması imkânsız­dır ve o mümkinu'l-vücuddur.

Yukardaki kıyasın ikinci önermesi, mümkünün tarif ve özelliklerinden çıkarılmaktadır. Çünkü mümkün, varlığı ve yokluğu zatına nisbetle eşit olan ve var olmak için mutlaka bir illete, sebebe muhtaç olandır. Her mümkün, mutlaka var olabilmek için bir müreccihe muhtaçtır. O halde, bu âlem de var olabilmek için varlığını yokluğuna tercih edecek bir müreccihe muhtaçtır ki, o da Vacibu'l-Vucud olan Allah Tealâdır.

Eğer bu müreccihin Allah olduğuna itiraz edilir ve hadis varlıktır de­nirse o zaman üç ihtimal sözkonusu olur

1-Bu, ya âlemin kendisidir ki, bu illiyet prensibine aykırıdır. Zira -yukarda da belirtildiği gibi- illetin ma'lülden önce olması gerekir.

2-Yahut âlemin bir cüzüdür, parçasıdır. Bunun da imkânsız oldu­ğunu yukarda söyledik.

3-Yahut da âlem dışında bir başka hadis varlıktır ki bu taktirde devir ve teselsül gerekir. Bunların her ikisi de batıldır,

O halde, mümkünler topluluğu olan bu varlık aleminin illetinin yine kendi cinsinden mümkün bir varlık olması iddiası geçersiz olunca, bu çi­lemin yaratıcısının Vacibu'l-Vucud olan Allah Tealâ olduğu ispatlanmış olur. 205


C) Gaye V£ Nizam Delili :

İnayet, hikmet, nizam-ı âlem, illet-i gaiyye, ibda', ihtira, delili adıyla da kullanılan bu delil, hudus ve imkân delillerine göre daha açık ve se­çiktir. Herkes tarafından kolayca anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de de çok kul­lanılan bu deiil için İbn Rüşd, "güneşin duyuya nisbeti kadar akla acık olan delil" demektedir.

Gaye ve nizam delili, Sokrat devrinden beri kullanılan çok eski bir delildir. Kur'an'da en çok kullanılan delil bu olduğu gibi, bugün yine en çok kullanılan ve herkese hitap eden bir deiil olarak karşımızdadır. Hu­dus ve imkân delilleri bir takım felsefî izahlara dayandığı için herkes ta­rafından kolayca anlaşılabilme özelliğinden yoksundurlar. Gaye ve nizam delili ise malzemesini duyular âleminden aldığı ve bütün bu kainatı dol­duran yaratıklarda herkesin görüp sezebileceği hikmetler bulunduğu için herkese hitap eder ve herkesi tatmin eder. Pozitif ilimlerin gelişmesi ve kâinatın sırlarının günden güne çözülmeye devam etmesi gaye ve nizam delilinin önemini daha da artırmıştır.

İmam Gazzalî, "el-Hikmetü Fi Mahlukatillahi azze ve celle" isimli e-serini bu konuya tahsis etmiştir. Adından da anlaşılacağı gibi bu eserde mahiukatın yaratılış hikmetlerinden ve düşünülünce Allah'ın varlık ve' bir­liğine götüren özelliklerden bahsedilmektedir. İbn Rüşd'ün de bu delille il­gili bir eseri vardır. Adı, "el-Keşfu 'An Menahîci'l-Edille"dir.

Kâinatı dolduran sayısız varlığın bir sebepler ve gayeler sistemi arzettiği his ve müşahede ile sabittir. Hiç bir şey gayesiz, abes ve boşuna var edilmemiştir. Her şey bir sebeple var edildiği gibi, belli bir gayeye de yöneltilmiştir. Yani her varlığın var oluşuyla gerçekleştirilmek istenen bir gaye mevcuttur.

Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünen in­sanların: "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen batıl şey yarat­maktan münezzehsin. Artık bizi cehennem ateşinden koru." 206 diyecekleri ve bu hakikati kavrayacakları bildirilmiştir. Çünkü bu kâinatın varlığı, Alt lah Tealâ'nın varlığına delâlet ettiği gibi, kâinattaki nizam ve intizam da O'nun birliğine delâlet etmektedir. \

Sözgelimi gözümüz vardır ve onun varlığının bir gayesi de vardır; Göz insanın güzelliğini tamamlayıp insana hizmet ederken hiç bir zaman gayesinin dışına çıkmaz, ben görmek istemiyorum, tad almak istiyorum demez. Binaenaleyh insana verilen ve herbiriyle başka bir gaye gerçek­leştirilmek istenen uzuvlar arasında öyle bir iş bölümü yapılmıştır ki, katiyyen kargaşa ve düzensizlik, birbirinin görevine müdahale sözkonu?-su olmaz. Hepsini Allah Tealâ büyük bir düzen ve intizam içinde en uyf gun şekilde yaratmıştır.

İnsanın dışındaki varlıkların hepsi insanın emrinde ve hizmetindedir, insanın yaşaması için yaratılmışlardır. Bunlar arasında da akıllara dur­gunluk veren bir düzen ve nizam sözkonusudur. İnsan tabiat düzenini ve kanunlarını keşfettikçe hayretini gizleyemez. Onları bilmesi ise hayatı daha kolay hale getirmek için tedbir almasına yarar. Meselâ, med-cezir olayını yeri ve zamanı ile birlikte bilmesi, gece ve gündüzün, yaz ve kışın gelişini önceden bilmesi gibi. Yine insan, herşeyin bir sebebi olduğunu ve yöneltildiği gayeyi gerçekleştireceğini bilmelidir. Böylece arpa ekip te buğday biçmeyi beklemez. Arpadan arpa, buğdaydan buğday alınacağını bilir.

Bu örnekleri dünyadaki varlıklar kadar çoğaltabiliriz. İnceleme ko­numuz olan varlık ister atom olsun, isterse hücre; ister karınca olsun is­terse fil, hepsinde aynı nizam ve gayeyi görür, onları var edip bu gayele­re yöneltenin varlık ve birliğini, gücünü müşahede ederiz. Kur'an-ı Kerim'­de de: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de fe­sada uğrar, bozulurdu."" 207buyurularak bu hususa dikkat çekilir.

Bu izahlardan sonra gaye ve nizam delilini şöyle bir kıyasla ifade e-debiliriz:

Kâinat, birbirine uygun bir sebepler ve gayeler manzumesi arzeder. Sebepler ve gayeler manzumesi olan her şey, âlim ve akıllı bir illetin eseridir. O halde, kâinat da âlim ve akıih bîr iHetin eseridir.

0 da Cenab-i Allah'tır. Buradaki birinci önermenin doğruluğu deney ve gözlemle, müşahe­de ile sabittir. Çünkü varhklardaki gaye ve nizamın bir çoğunu müşahe­de edebilmekte, diğerlerini de onlara kıyaslayarak aynı hikmetlerin onlar­da da bulunduğuna akılla hükmetmekteyiz.

İkinci önerme ise illiyet prensibine göre açıklanır. Çünkü illiyet pren­sibine göre illetin ma'lülden daha büyük ve üstün olması gerekir. Âlemde gözlenen akılları hayrette bırakan nizam ve gayenin ilim ve akıldan yok­sun bir varlığın eseri olmasını akıl kabul etmez.

Bu alemde görülen güzellik, ahenk, nizam, tertip ve sağlam işleyiş karşısında üç ihtimal akla gelebilir:

1-Ya bu düzen ezelden beri böyledir, denir. Nitekim naturalist, tabiatçı ve pozitivistler böyle düşünürler. Daha önee hudus ve imkân de­liliyle kâinatın ezelî, öncesiz olmadığı ispatlanmıştı. Âlem ezelî olmayın­ca, ondaki düzenin ezelî olması da imkânsızdır. Binaenaleyh bu iddia tu­tarsızdır.

2-Ya da bu düzen ezelden beri değil de sonradan var olmuş, ama kendiliğinden ve tesadüfen var olmuştur. Âlemdeki düzenin kendiliğinden olduğu delillendirilemez ve tesadüfle de izah edilemez. Çünkü tesadüfle düzen olmaz. Meselâ, üzerinde birden ona kadar sayıların yazılı olduğu kâğıtları bir torbanın içine koyup sonra, önce bir rakamını almak şartıy­la, sırasıyla almaya çaiışan bir kişinin ilk alışta bir rakamını alma şansı onda birdir. Birinoi ve ikinci seferde bir ve ikiyi ardarda alma şansı ise yüzde bir ihtimaldir. Birden ona kadar olan sayıların hepsini sırasıyla ar­ka arkaya alma şansı ise on milyonda bir ihtimaldir.

Bu kadar basit bir düzen için tesadüfün bu derece uzak oluşu, kâi­nattaki son derece karmaşık ve mükemmel olan nizamın tesadüfle izahı­nın imkânsız olduğunu göstermektedir.



3-Sonradan var olmuş olan bu düzen, biri tarafından var edilmiş­tir : Âlemdeki bu düzeni koyan, âlemin bizzat kendisi veya bir parçası olamaz. Bu âlemin dışında ve bu âlem cinsinden olan başka bir âlem ta­rafından bu nizamın verildiği de iddia edilemez. Çünkü o takdirde tesel­sül veya devr gerekir ki, ikisi de bâtıldır. Öyleyse bir tek ihtimal ve gerçek kalıyor ki, o da bu âlemdeki düzenin Kadîm olan Allah tarafından konmuş olması ve Allah'a delâlet etmesidir. 208

D) Kabûl-İ Âmme (Ucumun Kabûlu) Delili :

Beşer tarihinin şehadeti veya şehâdet-i âmme delili de denen bu de-Mi, insanlık tarihinin tetkiki ve insandaki din ve Allah fikrinin doğuştan olduğu esasına.dayanır.

İnsanlık tarihi tetkik edilince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve milletten olursa olsun, en iptidaîsinden en medenisine kadar insanın bu­lunduğu her yerde mutlaka bir ibadet ve tapmak izine rastlanır. İnsanlar, medeniyetin kendilerine sağladığı her türlü nimetten yoksun oldukları dö­nemlerde bile, mabetsiz, tapınaksız, ibadetsiz, kısaca dinsiz yaşamamış­lar, yaşayamamışlardır. Hak olsun, bâtıl olsun bütün insanlar mutlaka ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişlerdir.

İnsanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey olamaz. Üstelik insanın nefsanî arzularına zıt bir hususta bu derece umumî bir ittifak; cehalet, korku, siyaset, terbiye ve veraset gibi özei ve değişken sebeplerle de izah edilemez. O haide, tarihin tanıklık ettiği bu ortak fikir, şüphe götürmez bir gerçeğe delâlet etmektedir ki, o da Al­lah'ın varlığı ve birliğidir. Bütün insanların aynı duygularla bezenmiş ol­ması başka şekilde izah edilemez.

İnsanlar bazan bolluk ve refah içinde oldukları zamanlarda içlerinde­ki bu duyguyu gizleyip Allah inancından uzak kalabilirler. Ama başlarına bir feiâket gelince hemen Allah'a yönelir, içten gelerek Allah Teâla'ya dua ve niyazda bulunurlar. "O kâfirleri, kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dinî Allah'a has kılarak O'na yalvarır, dua ederîer. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yo'da kalır (diğer­leri ise eski küfürlerine devam eder,)" 209 ve "(Mu'Dizelerin Allah tarafından olduğunu) kalpleriyle yakinen bildikleri halde, nefislerine zulüm yaparak ve klbrederek bütün mu'eizeSeri (açıktan) inkâr ettiler." 210 âyetlerinde de açıkça ifade edildiği gibi, felâketli ve sıkıntılı zamanlarda çoğu kez fıt­rat nefse ve akla galebe eder, üstün geiir ve insan kibri, gururu ve inadı bırakıp Allah'a yönelir, O'ndan istimdad eder.

Normal zamanlarda inanmıyor görünen, yahut inanmadıklarını söy­leyenlerin bile böyle sıkıntılı anlarda Allah'a yönelmeleri, onların inanma ihtiyacıyla birlikte yaratıldıklarını ve Yaratıcı'nın, yarattığı insanlara ken-

dişine yönelme duygusunu verişi de, O'nun varlık ve birliğini açıkçagös-terir. Çünkü eğer insanların yaratıcısı aynı ve tek olmasaydı, bütün in­sanlar ona karşı aynı duyguları taşımaz, aynı fıtratta olmazlardı. 211

E) İlm-İ Evvel Delili:

Kelâmcılardan İbn Melkâ (vf. 560/1165) tarafından kullanılan bu de­lil, ilmi kendinden olan ilk âlime varıncaya kadar, her âlimin ilmi,kendin­den önceki bir âlimden öğrenmiş olması esasına dayanır. Böylece sıra­lanan ilim halkalarının, ilmi başkasından olmayıp, varlığı gibi ilmi de zâ­tının gereği olan bir ilk âlimde durması gerekir ki, o da Cenab-ı Alloh'ör.

Burada talebe-hoca zincirinin sonsuza dek teselsül etmesi imkân­sızdır, çünkü teselsül, bâtıldır.

Eğer beşerî ilimleri, hoca-talebe zinciri ile insanlığın ilkotosıHz. Âdem'e kadar vardırmak mümkün olsa - ki ilimlerin hepsi Hz. varmaz, ilk olarak kim öğretti ise onda kalır- Hz. Âdem'in de il tan aldığı sonucuyla karşılaşılır. Öyleyse bu ilim zincirinin, ilmi de zâtı gibi varlığının gereği, ezelî ve ebedî olan Allah Teâla'da noktalanması gerekir. Nitekim Kur'an'da: "Allah Âdem'e bütün isimleri öğret 212 ve "Her bilenin üstünde bir bilen vardır." 213 buyurulmaktadır. 214



2 -İslâm Filozoflarının Delilleri;




A) Hudus Delili:

İslâm filozofları da eserlerinde İsbât-ı Vâcib konusuna geniş ysr a-yirmışlardır. Bu sebeple onlar da kendilerine has deliller kullanmıştadır. Bu arada bazı mukaddime ve izahlarında değişiklikler bulunmasına rağ­men, hudus ve imkân delilleri gibi bazı delilleri kelâmcilarla müştereken kullanmışlardır.

Hudus delilini, Mu'tezile kelâmı ile felsefe arasında bir geçiş dev­resi mümessili sayılabilecek olan ilk İslâm Filozofu el-Kindî kullanmış ve hakkında bir çok mukaddimeler serdetmiştir. Kindî'nîn kullandığı hudus delili, tenahi-i âlem, âlemin sonluluğu prensibine dayanır. Kindî, önce cisimlerin sonlu olusunu isbat eder. Daha sonrarin değişikliklerinden ibaret olan hareket ve hareketin sayımı olan zama­nın da buna bağlı olarak sonlu olduğu isbat edilir. Sonra da sonlu olanla­rın ezelî olamayacakları, yani hadis oldukları isbat edilmiş olur.

Kindi, âlemin sonlu ve sınırlı oluşuyla, sonlu ve sınırlı olanlar ezelî olamayacağından, âlemin hudusunu isbatladıktan sonra, her hadis bir muhdise muhtaçtır ve âlemin muhdisi Allah'tır, neticesine varır.

Burada Kindî'nin hudus delili ile kelâmcılarınki arasındaki en bariz fark, onun âlemin hudusunu tenâhi-i âlem prensibi ile izah etmesidir. Âlemde üç şey vardır: Toplanma, büyüme - küçülme ve ayrılma. Bunların hepsi de cisimlerin sonlu olduğunu gösterir. Cisim, hareket ve zaman ha­distir. Öyleyse bu âlem de hadistir. Âlemin hudusunu bu şekilde isbat et­tikten sonra kelâmcılar gibi neticeye varır. 215

B) İmkân Delili :

İslâm filozoflarından Kindî, Fârâbî ve İbn Sina'nın her üçü tanj dan da kullanılan bu delil, muhtelif şekillerde izah edilmiştir.

İbn Sina'nın izah şekli şöyledir: Bir Vâcibu'l-Vucûd mutlaka vardır. Şayet bunun aksini düşünecek olursak, her mevcudu mümkün varlık o-larak kabul etmemiz gerekir. Bu mümkin, ya icad edilmiştir - ki var oldu­ğuna göre mutlaka icad edilmiştir-, ya da icad edilmemiştir.

İcad edilmiş olan bu mevcudatın varlığının devamı, ya bir illet saye­sindedir, veya kendiliğindendir. Varlığının devamını kendiliğinden farze-decek olursak, o zaman illetle malul aynı olmuş olur ki, bu, illiyet prensi­bi ve mantık kaidelerine göre bâtıldır.

O halde, mevcudatın varlığının devamı bir illet sebebiyledir ki, o da Vâcibu'l-Vucûd olan Allah Tealâ'dır. 216


C) Gaye Ve Nizam Delili :


Gaye ve Nizam Delilini İslâm Filozoflarından Kindî ve Farâbî kullan­mışlardır. İzahları yaklaşık olarak kelâmcılarınki ile aynı olduğu için bu­rada tekrar etmeyeceğiz. 217

D) İlk Sebep, İlk İllet Delili:

Adı geçen üç islâm filozofu tarafından da kullanılmış olan bu Aristo'nun ilk muharrik delilinin bir başka izahı gibidir.

Bütün varlıkların var edici bir ilk sebebi olmalıdır. Bu ilk sebep, ilk mevcuttur. Onun varlığı için başka bir sebep yoktur. O, bütün noksanlar­dan münezzeh, varlıkların en üstünü ve en önce olanıdır, ezelîdir, varlığı­na asla yokluk arız olamaz. Onun varlığı için her hangi bir sebep düşü­nülemez ki, onunla, ondan veya onun için var oldu, denilebilsin.

O, madde değildir, varlığının devamı maddeye de bağlı değildir. Mad­de olmadığına göre onun için suret de düşünülemez. Zira onun için mad­de ve suret düşünecek olsak, onun bu iki cüzden meydana gelmiş olma­sı gerekir ki, böylece onu teşkil eden cüzlerden her biri onun varlığı için bir sebep olur. Haibuki o, ilk sebeptir. Onun varlığının bir gayesi de yok­tur ki, o gayeyi gerçekleştirmek için var olmuş olsun. Günkü bu takdirde gaye, var olmanın bir nevi sebebi olur, bu ise onun ilk sebep olmasıyla çelişir ve muhaldir. 218



E) Hareket Delili:

Aristo tarafından ilk defa ortaya konan hareket delili, İslâm filozof­larından Farâbî de dahil pek çok âlim tarafından değişik şekiller ve isim­lerle kullanılmıştır.

Bu delille, maddede görülen hareket vasıtasıyla Allah'ın varlığı isbat edilmeye çalışılır. Hareket delilini kısaca şöyle bir kıyasla ifade edebili­riz :

Kâinatta bir hareket vardır. Her hareket bir muharrikin, hareket ettiricinin eseridir.

O halde, kâinattaki bu hareketin de bir muharriki olmalıdır, O da Allah Tealâ'dır.

Birinci önermede yer alan kâinatın hareketliliği, duyu ve gözlemle sabittir. Kaldı ki, maddenin bizzat yokluktan varlığa geçişi, var olması bir harekettir.

Madde âleminde hareket halinde olan her şey, bir başka güç tarafın­dan hareket ettirilir. Bu hareket ettirenin hareketi de ya bizzat kendinden olur veya bir başka hareket ettirici vasıtasıyla olur. Sözkonusu hareket başkası vasıtasıyla ise, onun da bir hareket ettiricisi aranacaktır. Bu ha­reket eden ve ettirenler silsilesi sonsuza dek böyle gidemez. Çünkü te­selsül bâtıldır.

Öyle ise, eşyadaki hareketi veren ilk muharrikin, başkası tarafından hareket ettirilmeyen, hareketi bizzat kendisinden olan olması aklen zaru­rîdir ki, bu hareketini başkasından almayan ilk muharrik Allah'tır. 219



F) Ekmel Varlık Delili:

İlk defa İslâm filozoflarından Farabî tarafından kullanılan bu delil, daha sonra Batıda "Varlık Delili" adıyla kullanılmaya başlanmış ve Fara-bj'den [öl. 339/950) yaklaşık bir buçuk asır sonra yaşamış olan Hristiyan teologu Saint Anselm'in (1033-1103) delili diye tanıtılmıştır.

Farabî: "Zihnimde ekmel bir varlık düşünüyorum. Kemâl vasıtaların­dan biri de gerçekte, zihnin dışında bir fiil var olmaktır. O halde, Tanrı'-daıı ibaret olan bu ekmel varlık mevcuttur." demektedir.

Burada zihinde tasarlanan ekmel varlık fikrinden harektle Allah'ın varlığını isbata varılmaktadır. Zihinde en büyük ve mükemmel varlık ola­rak tasarlanan bu varlığın, zihnin dışında bilfiil mevcut olmaması eksik­liktir. Yani bilfiil mevcut olmayan bir şey en mükemmel olamaz. En mü­kemmel olabilmenin bir şatı da var olmaktır. Öyleyse en mükemmel var-lık olan Allah Tealâ bilfiil mevcuttur, vardır. 220



3-Batı Düşüncesinde Allh'ın Varlığına Dair Deliller:




A) Varlık Delili;

The Ontoİogical Proof, Bürhân-ı Vücûdî, Delil-i Künhî isimlen de ve­rilen bu delil, uluhlyet düşüncesinden, Allah tasavvurundan hareket ede­rek Allah'a giden bir delildir. Tam manasıyla metafizik bir delil ve meta-fizikçilerin delilidir. Herkesin anlayabileceği ve herkese hitabeden bir de-

Batı felsefesinde Ontolojik Delilin mucidi olarak bilinen Saint An-selm'den yaklaşık bir buçuk asır önce yaşamış olan Farabî'nin Ekmel Delili, Saint Anselm'in kullandığı Ontolojik Delile çok benzemek-

Bu delil, ilk defa sistemli bir şekilde ise İbn Sina'da görülür. 221 Batı­da ise Saint Anselm'den sonra Deseartes (öl. 1650), Spinoza (öl. 1677), Leibnitz (öl. 1716) ve Hegel (öl. 1831) gibi yeni filozoflardan pek çoğu bu delili kullanmış ve her biri bu delile yeni bir şekil kazandırmıştır.

Varlık delili şu temel fikir üzerine kurulmuştur; Bir şeyin varlığına o şey hakkındaki fikrin varlığından hereket ederek ulaşılmalıdır.

Saint Anselm'e göre, delilin sağlamlığı ise, hasım tarafından kabul edilmiş olan esaslara dayanmasına bağlıdır. Bu sebeple, ontolojik delil­de hem Allah'a inananların, hem de inanmayanların kabul ettiği bir pren­sipten hareket edilir ki, o da şudur: İlâh fikrî zihinlerde mevcuttur. Uluhiyet tasavvurunu, Allah'ın varlığı­nı inkâr edenler de dahil, herkes kabul etmektedir. İnanmayanların zihin­lerinde de uluhiyet fikri vardtr. Ama onlar, Allah'ın zihnin dışında var olu­şunu inkâr etmektedirler,

O halde, ilk merhale şudur; İster mü'min olsun, isterse münkir olsun, herkesin zihninde bir ilâh tasavvuru mevcuttur.

İkinci merhale ise şöyle: Zihinlerde tasavvur olunan ilâh, aklın daha büyüğünü tasavvur edemeyeceği vasıftaki en büyük müdrektir, varlıktır.

En büyük olarak tasavvur edilen ilâhın, realitede bilfiil var olması, onun büyüklüğünün gereğidir. Zira bilfiil var olmamak, yani yok olmak, bir eksiklik alâmeti olacağından, zihinlerde tasavvur olunan en büyük müdrekin varlığı zaruridir.

Varlık delilini değişik bir şekilde şöyle de izah edebiliriz:

Allah hakkında sahip olduğumuz fikre göre, onun sıfatlarından biri de " M u 11 a k Kemâl" dir. Mutlak kemâle sahip olanın da bilfiil mev­cut olması gerekir. Çünkü mutlak kemâl vasfı, yokluk vasfıyla çelişmek­te, ona ters düşmektedir. Yani yok olan mutlak kemâl sahibi olamaz. Öy­le ise mutlak kemâl sahibi olanın varlığı zaruridir, bilfiil var olması gere­kir.

Saint Anselm'in bu deliline bazı itirazlar ve tenkidler de yöneltilmiş­tir. Dekart ve Leibnitz ise bu itirazları ve tenkidleri bertaraf edecek şekil­de izahlar yapmışlardır ki, onların izahları İbn Sina'ya daha yakındır. 222



İbn Sina'da Varlık Delili:


İbn Sina, Allah'ın varlığına varlık sözünün açık ve seçik, bedihi olma­sını esas alarak ulaşmıştır, Allah'ın varlığını, Allah'ın var olmasıyla ispat­lamaya çalıştığı için buna varlık delili denmektedir. İbn Sina Allah'ın var­lığının kesinliğinden hareket etmektedir. Halbuki bu delili kullananlardan biri olan Descartes' tam tersine, kendi varlığının gerçekliğinden hareket etmiştir. S. Anselm ise, bu delili, Allah'ın sıfatı olan "Kemâl" den çıkarmaktadır.

İbn Sina'da varlık delili, İbn Sina'nın varlık felsefesini üzerine kur­muş olduğu, varlık ve mahiyet ayrılığı esasına dayanır. Şöyle ki, deney­sel, müşahhas varlıklardan işe başlayarak, onların var olmadan önce var­lık ve mahiyetlerinin ayrı olduğunu ve bunlardan (vücud ve mahiyetten) hiç birinin diğerine göre daha imtiyazlı olmadığını ortaya koyar.

Böylece varlıkla, yani vücûdla mahiyeti birleştirip, varlıkları var ede­cek bir başka varlığa ihtiyaç olduğu açığa çıkar. Eğer onun da varlığı böyle iki unsurdan (vücûd ve mahiyetten) meydana gelmiş olsa, onun da var olmak için bir diğer varlığa ihtiyaç duyması gerekir... Bu böyle son­suza dek gidemiyeceğine göre ve varlıklar da var edilmiş yani, varlık ve mahiyetleri birleştirilmiş olduğuna göre, varlıkları meydana getiren var­lığın kendisine varlık ve mahiyet ayrımı uygulanmayan, kendisinde var­lık ve mahiyet diye iki unsur bulunmayan, varlığı ile mahiyeti aynı olan bir varlığın olması gerekir ki, o da Vacibu'l-Vucud olan Allah'tır.

Böyie bir varlığın varlık ve mahiyet diye iki ayrı unsuru olmadığından varlık ondan hiç ayrılmaz. Çünkü varlık kendisidir. Birleşmemiştir ki ay-rıiabilsin. İbn Sina buna "Inniyet" demektedir.

Onun varlığı kendisinden ayrı düşünülemediği için varlığı zorunlu ve gereklidir. Böyle bir varlığı kabul etmemek bütün varlıkları inkâr etmek olur.

Böylece İbn Sina, var olandan hareket ederek Allah'ın varlığına ula­şıyor, Vacîbu'l-Vucud'un varlığından da kâinatın varlığına geçiyor. O ön­ce Vacibu'l-Vucud'un varlığını kabul ediyor, varlığı ondan başlatıyor ve O var olduğu için diğer varlıkları da var ediyor, yaratıyor. Bunu şöyle for­müle edebiliriz: iÜ-Varlık Vacibu'l-Vucud - fiil kâinat. Varlıklar var edilmeden önce vücûd ve mahiyetleri ayrı idi. Bunların var olması için vücûd ile mahiyetin birleşmesi gerekir. Biz yaratığı gördü­ğümüz zaman zihnen onun yaratılmadan önce varlığı ile mahiyetinin ay-.' rılığını anlarız, tahmin ederiz. Onun var olması için varlığı ile mahiyetinin birleşmesi ve bunu birleştiren bir varlığın olması gerekir.

Varlığı meveudu meydana getiren vücûd ve mahiyeti teker teker ele aldığımız zaman, bunlardan hiçbirinin böyle bir şeyi gerçekleştirecek ö-zelliğe sahip olmadıklarını görürüz. Demek ki varlıkla mahiyeti birleştiren ne varlık ne de mahiyettir, bunların dışında başka bir yarlıktır.

Eğer onları birleştiren varlık da vücûd ve mahiyetin birleşmesi ile meydana gelen bir varlıktır denilecek olursa onun da bir birleştiriciye ih­tiyacı vardır. Bu böyle devam edecek oiursa teselsül meydana gelir ki batıldır.

İşte varlık ve mahiyeti aynı olan, varlık ve mahiyeti birleştirerek eş­yayı var eden yani yaratan Vacibu'l-Vucud olan Allah'tır.

Kâinat var olmadan önce varlık ve mahiyeti ayrı idi. Bu, iki unsuru birleştiren ve kâinatı meydana getiren Vacibu'l-Vucud'a delalet, eder. Zi­ra kâinattaki varlıklar mevcuttur. Eğer Vacibu'l-Vucud olmazsa diğer var­lıkların varlık ve mahiyetlerinin birleşmesi, dolayısıyla kâinatın varlığı dü­şünülemez. Eşyada bu birleştirme işini Vacibu'l-Vucud yaptığına ve kâi­nat böylece meydana gelmiş olduğuna göre, bütün mevcudat Allah'ın varlığına delalet eder. 223



B) Kozmolojik Delil :

The Cosomoiogica! Proof, Deliii-i Kevnî, Kâinat Deliii gibi isimler ve­rilen bu delil, varlık delilinin aksine bir takım zihni kavram ve kaidelere değil de deney ve tecrübeye, olayların jiletlerinin ve mahiyetlerinin araş­tırılması (istikra, endüksiyon) esasına dayanır. Halbuki varlık delili birta­kım akli zaruretlere ve bedahete istinat etmekteydi.

Kozmolojik deli! - hernekadar izah tarzları ve şekilleri değişik olsa da - illiyet prensibine (causaiiîy) istinat etmektedir. Dayandığı esas kai­de illiyet prensibidir. Varlıkların mutlaka var oldukları kabul, edildikten sonra buradan hareketle en yüksek derecedeki ilk illete yahut müsebbi­bi olmayan ilk sebebin varlığına ulaşılır ki, bu ilk sebebin sebebi kendili­ğindendir ve o da Allah'tır.

Böylece kâinat Allah'ın varlığına delil getirilmiş, kâinattan hareketle Allah'ın varlığına ulaşılmış olur. Kâinatta bulunan illiyet sonsuza dek gi-demiyeceği için.illeti olmayan bir ilk illetin kabulü kaçınılmazdır ki, oda bizatihi var olan Allah'tır. Bu ilk sebebin mahiyet itibariyle âlemden fark­lı olması aklen zorunludur. Aksi halde teselsül gerekir ki batıldır.

Thalss bu deüii âlemin sınırlılığı ve sonlu oluşuyla izah etmektedir. Alem sınırlı ve sonludur. Sınırlı ve sonlu olanlar mutlaka var olmak ve varlıklarını sürdürebilmek için sınırlı ve sonlu olmayan yani, âlem cinsin­den olmayan bir varlığa muhtaçtırlar ki, o da Allah'tır.

Saint Thomas (öl, 1274) kozmolojik delilin en yaygın şekli olarak, 0} Hareket delili i!o b) İmkân ve vücub delilini gösterir ve şöyle izah eder:



a) Hareket Delili : Bu delil, hareketin ve bu hareketin de mutlaka bir muharrikinin bulunduğu fikrine dayanır. Muharriklerin teselsül etrv.esi mümkün değildir. Hareketi kendinden olan bir ilk muharrikin varlığını ak­lın kabul etmesi zaruridir ki, bu ilk muharrik Allah'tır.

Temelde Aristo'nun fikirlerine dayanan bu delil daha sonra kâinat delilinin en meşhur şekillerinden biri olmuştur. Aristo şöyle demektedir: Hiç bir şeyin kendi kendini hareket ettiren yani hareketinin sebebi bizzat kendisi olması mümkün değildir. Çünkü hiç bir şeyin aynı anda kendi kendine hem bilkuvve hem de bilfiil durumda olması mümkün değildir. Hareketli olan her varlık hareketini bir başkasından alır. Bu sonsuza dek böyle zincirleme gidemez. Hareketini başkasından almayan bir ilk mu-harrikde son bulmak zorundadır.



b) İmkân ve Vücub Delili : Bu delil, bütün varlıkları varlığın iki çeşi­di olan vacib ve mümkün diye ayırma esasına dayanmaktadır. Varlık mutlak var olması itibariyle ele alınacak olursa, onun Vacibu'l-Vucud ve Svîümkinu'l-Vucud kısımlarına ayrıldığı görülür. Mümkin varlık vuku kabi­liyetine sahiptir. Onun vuku kabiliyetinden bilfiil varlık haline intikali ken­disinden başka bir varlığın tesiriyle oiur. Zira bu intikal hareketi eğer ken­di zatından olsa, o zaman aklın onu önceden meydana gelmiş olarak ta­savvur etmesi gerekir. Çünkü bizatihi, varlığı kendi zatından olan şeyle­rin sonraya kalması mümkün değildir. Eğer onun var olma kabiliyetinde olduğu ve bununla beraber meydana gelme hareketinin de kendi zatın­dan olduğu düşünülecek olursa bu durum tenakuzdur, mantığa aykırı düşer.

Eğer bu intikal hareketi kendi zatından değil de bir başkasının tesi­riyle olmuşsa o takdirde var veya yok olmasında bir başka varlığa muh­taçtır. Şayet meydana geldiyse, var olduysa, hareket etmiş demektir. Çünkü intikal, yokluktan varlığa geçiş bir harekettir. Ve bu hareket onun kendi zatından değil bir başkasının tesiriyle olmuştur.

Mümkinu'l-Vucud olan şey var olabilmek için kendisinden başkasına muhtaçtır. O hareket halindedir, sabit değildir, bir durumda kalıcı değil­dir, tam ve kâmil değildir,

Vacibu'l-Vucud ise mümkinin karşıtıdır, ona zıttır. Akıl mümkini ta­savvur ettiği zaman zaruri olarak Vacibu'l-Vucud'u da tasavvur eder. Çünkü mümkinin meydana gelebilmesi bir harici müessirin bulunmasını gerekli kılar. Bu harici müessirin mümkin varlıklar nevinden olduğu farze-dilse bu takdirde bu ikinci mümkin için de birinci mümkin için gereken şey gerekir. Bu böyle teselsül edemeyeceğfne göre mümkinin var olmasında müessir olan varlığın mümkin cinsinden olmayan, bizatihi var olan Va-cib'ul-Vucud olması gerekir ki, o da Allah'tır. 224



C) Gaye Ve Nîzam Delili:

Bu delil, Allah'ın varlığını isbat yolu olarak tabiatta görülen nizam, kasıt, düzenlilik ve hikmet ile bunların çeşitli görünümlerine dayanmak­tadır. Tabiatı müşahede eden kimse görürki, bu âlem muayyen bir şekilde terkip edilmiştir ve düzenli, şaşmaz, bozulmaz bir kanuna uygun olarak yürümektedir. Kâinattaki her şeyin yöneldiği ve gerçekleştirmek istediği bir hedef ve gaye mevcuttur. Âlem güzellik ve nizamda en yüksek örnek­tir ve bunun tesadüfi illetlerin bir neticesi olması ebediyyen mümkün de­ğildir. Aksine kemal sahibi, akıllı, hayrı gözeten, her şeyi bir maksat ve hikmete uygun olarak tertip eden bir varlığın eseridir.

Gaye ve nizam delili Aristo ve Eflatun'a kadar varan eski bir delil­dir. Kant'ın en cok beğendiği delillerden biri olan gaye delilini Saint Au-gustinus (öl. 430), Saint Thomas, Berkley (1685-1753) ve Nevvton (1642-1727) gibi filozoflar da kullanmışlardır.

Saint Thomas (1224 -1274) tabiatın düzeni açısından Allah'ın varlığı­na delil getirmenin iki şekli olduğunu söylemektedir:



1-Kâinatta anlayış ve bilgiden yoksun birçok varlığın belli bir ga­yeyi gerçekleştirmek için faaliyette bulunduğunu görmekteyiz. Eşya bu gayeye tesadüf yoluyla ulaşmıyor, bilakis kasıtlı olarak vasıl oluyor. Hal­buki marifetten yoksun olan bir şey arif bir varlık tarafından yönetilmedikçe herhangi bir gayeye yönelemez. O halde, tabiattaki bütün eşyayı bir ga­yeye doğru yönelten akıllı bir varlık vardır.

2-Bütün kâinat, aralarında bir kısmının diğer bir kısmından ya­rarlanması için belirli bir düzene bağlanmıştır. Halbuki birbirinden ayrı olan şeyler, tek bir varlığın koyduğu nizama bağlı olmadıkları süreee bir düzende birleşemezler. Kâinattaki varlıkların bir düzende birleşmeleri ve birbirini tamamlamaları bize onların yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir­liğini göstermektedir ki o da Allah'tır. 225

D) Aklâk Delili :

Ahlâk delili deyince yeni çağ filozoflarından Kant (1724-1804) akla gelmektedir. Kant'a göre doğru bilginin yolu ne tek başına akıl ne de du­yulardır. Doğru bilgi ancak akıl ve duyuların müşterek faaliyetiyle elde edilir.

Bu görüşü sebebiyle tenkitçiliğin (Criticism) kurucusu sayılan Kant, sadece akla veya duyulara dayandıkları gerekçesiyle diğer delilleri tenkit etmekte ve ahiâk delilini savunmaktadır.

Kant bu delili iki şekilde formüle etmiştir:



1-Mutlak ahlâk kanununun varlığından istidlal ederek bu kanunu vaz' eden bîr kanun koyucunun varlığı neticesine ulaşmak: Ahlâk kanunu ruhlarımıza yabancı gelen birtakım zorlayıcı emirler ve yasaklar toplulu­ğudur. Ahlâk kanunu-iradeleri yorucu ve ağır gelen bir yola zorlamakta­dır. Buna rağmen insan mutlu olabilmek için bu kanuna uyma mecburi­yeti hisseder. Yani insan ahlâklı bir varlıktır. Eğer insan ahlâklı olmak is­tiyorsa, mutlaka ona ahlâklı olmasından dolayı değer verecek bir varlık olmalıdır. Diğer bir ifadeyle insanın ahlâklı oluşunun karşılığında bir mü-kâfatçı olmalı ki bu da Tanrıdır.

Kant şöyle demektedir: "Ben bilmiyorum, söyle artık ey vazife sen hangi toprakta yeşerdin? Hangi ağaçta olgun meyva haline geldin? Sen insana hoşlanacağı, lezzet alacağı bir şey takdim etmiyorsun. Sen ona yorucu, ağır gelen şeyler veriyorsun, lâkin, bunun karşılığında ona şahsi­yetini nasıl kazanacağını, iyiliğini nasıl koruyacağını öğretiyorsun." De-mekki ahlâk kanunu bir kuvvetten sadır olmuştur ki o kuvvet zor sahibi­dir, güç ve otorite sahibidir. Bu otorite insan iradesini ahlâk kanununa uymaya mecbur edici emirler verme otoritesidir. İşte bu otorite ve zorun sahibi olan kuvvet "İ!âh"ın ta kendisidir.



2-Bu hayattaki "fazilet" ile "mutluluk" arasında uygunluk bulun­mamasından istidlal edilerek kendisinde hayır bulunan ve fazilet üs mut­luluğu bağdaştırabilecek gücü olan bir mevcudun varlığını isbata ulaş­mak: Ahlâklılık tasavvuru aslında mutluluk tasavvuru ile ayrılması müm­kün olmayacak tarzda sağlam bir irtibatla bağlıdır.

Ahlâk kanununun bir tek cümlede özetlenmesi mümkündür: 'Seni mutluluğa lâyık yapabilecek herşeyi yap." Şu kadar varki bizleri mutlu­luğa lâyık kişiler yapacak şeyleri yapmamız gerektiği zaman, şüphesz bunun neticelerini gerçekleştirmek bizim irademiz dahilinde değildir. Çünkü mutluluk, bir yönden bizim dışımızdaki tabiata bağlı, diğer yön­den de başka insanların iradelerine bağlıdır. Bununla beraber ahiâk ka­nununun boş bir vehim olmaması için mutlak hayrın mümkün olması ge­rekmektedir. Yani fazilet ile saadet arasındaki insieamın gerçekleşebilir olması lâzımdır.

Bu durum insan iradesinden de, tabiattan da üstün bir iradenin var olmasını gerektirir. Çünkü tabiat ve insan iradesinin her ikisi de saadetin kendilerine bağlı bulunduğunu söylediğimiz iki âmildirler. Bu dengenin devam etmesi ve bu bağlılığın mutluluğu gerçekleştirmesi ancak yüce ve sonsuz bir varlıkla mümkündür ki, bu varlık Allah'tır. 226

4 -Kur'an-I Kerim'de İsbat-I Vacib

Kur'an-ı Kerim'de Allah Tealâ'dan bahseden âyetlerin çoğu O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Kur'an'da bilhassa Allah'ın birliği üzerinde e-hemmiyetle durulur, O'nun şeriki ve benzeri olmadığı ifade edilir. Zira Alah'ın varlığı hususu, insan için bilinmesi tabii, yani zaruri ve bedihi bir hadise olarak kabul edilmiştir. Çünkü selim bir fıtratla yaratılan insan normal olarak yaratanını tanır. Buna ancak gaflet, kibir ve inat gibi hal­ler mani olabilir.

Kur'an'da İsbat-ı Vacip konusunda deli! olarak zikredebileceğimiz âyetlerin birkısmı da ahiretle ilgilidir. 227

İsbat-I Vaciple İlgili Âyetleri Yedi Grupta Toplayabiliriz. 228



1-Büyük bir kudret, ilim ve hikmet eseri olan insanın yaratılışı, onun bir mu'cize olan vücut yapısı, uzuvlar ve fonksiyonları, vücut siste­mine bağlı olarak insana lütfedilen sayısız nimetleri bildiren âyetler:

"Sizi bayağı bir sudan yaratıp onu belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? Buna gücümüz yeter; Biz ne güzel güc yetireniz." (el-Mürselât, 77/20-23).

"Ölesi insan, ne kadar nankördür. Allah onu hangi şeyden yaratmış? Onu rnen'iden yaratıp merhalelerden geçirerek ona şekil vermiş; sonra, yolu ona kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Sonra di­lediği zaman onu tekrar diriltir." ('Abese, 80/17-22).

"Ey insan, Yüce Rabbinin adını teşbih et. O, yaratıp şekil vermiştir O, her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir. O, yeşillikler bitirmiş­tir. Sonra da onları kuruyup kararmış çer çöpe çevirmiştir." (el-A'lâ 87/1-5.).

"(Ey Muhammed.) Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan in adıyla oku." ('Alak, 96/1 - 2 ).

"Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha çift yaratan Allah münezzehtir." 'Yâsîn, 36/36).

Bilmediklerindi "İnsan kendisini bitvnutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apa­çık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da: "çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyerek, bize misâl vermeye kalkar. Ey Muhammed de ki onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsanız. Gökleri ve yeri ya­ratan, onların benzerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur; çünkü o, yaratan ve bilendir. Birşeyi düediği zaman O'nun buyruğu sadeee, o şeye "ol" demektir, hemen olur. Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir" (Yâsîn, 36/7783.).

"İnsanı sudan yaratarak ona soy sop veren O'dur. Rabbin her şeye kadirdir." (Furkan, 25/54),

"İnsanoğlu kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek, dişi iki cins yaratmıştı. Bunları ya­pan Allah'ın ölüleri dirilmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter." (Kıyâme, 75/36-40.)

"Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek, dişi) kıldı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O'nun bilgi-siyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta(yazılı)dır.ŞüphesizonlarAllah'akolaydır,"(Fâtir>35/11.).

"Allah'ın gökten indirdiği suyu görmedin mi? Biz onunla renkleri çe­şit çeşit meyvalar çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve da­varlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kullan içinden ancak â-limler, Allah'tan (hakkıyla) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır." (Fâtır, 35/27-28,).

"Hr'avn, "Robbiniz de kimmiş, ey Musa?" dedi. O da, Bizim Rabbi-miz, her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete yöneltendir." dedi, "Öyie ise, önceki milletlerin hali ne olacak?" dedi. Musa; Onlar hakkında bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unu­tur. O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indi­rendir." Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz; hayvanları­nızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için âyetler vardır. Sizi ondan topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkacağız. Andolsun biz ona (Fir'avn'a) delilierimizin hepsini gösterdik, yine de o yalanladı ve diretti. (Tâhâ, 20/49-56.).

"Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi? Söyleyin öyleyse dökmekte olduğunuz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yara­tan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz, Ve biz, önüne geçilebi­leceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik). Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?" (Vâkı'a, 56/57-62).

"(..Onlar mı hayırlı,) Yoksa, kendine yalvardığı zaman bunalmışa kar­şılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz!"

(Nemi 27/62).

"De ki; size gökten ve yerden kim nzık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere (onları yaratmağa) kim kadir olabilir? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Yaratma) işini kim idare ediyor? (Onlara bu soruları sorduğunda, bütün bunları), Allah (yapıyor)" diyecekler. De ki; öyle ise (O'nun azabından) korkmuyor musunuz?" (Yûnus, 10/3'

"İşte kudreti size anlatılan bu zât, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'­tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (haktan sapıklığa) döndürülüyorsunuz?" (Yûnus, 10/32). ,

' "Allah sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratmış, sonra ondan eşini va;r etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir. (Bu sekiz çift, erkeği ve dişisiyle, deve, sığır, koyun ve keçidir). Sizi anneleri-

nizin karnında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk O'nundur. On­dan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluktan) çevri­liyorsunuz?" (Zümer, 39/6).

"Allah, yeri sizin için bir mesken, göğü de kubbemsi bir yapı gibi bi­na eöen, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandırandır. İşte o Allah, Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, yü­celerden yücedir." (Mü'min, 40/64).

"Kesin oiarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefis­lerinizde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz?" (Zâriyât, 51/20-21).

"Sizi Allah yarattı, sonra sizi yine öldürecek. Bilgili olduktan sonra hiç bir şeyi bilmesin de (bilgisizliğin ne demek olduğunu anlasın) diye sizden bazı kimseler erzel-i ömre kadar yaşatılır. Allah alîm ve kadirdir.

Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, nzıklarını ellerinin altındakilere (köle ve hizmetçilere) vermiyorlar ki, rı-zıkta hepsi eşit olsunlar. (Onlar ellerinin altındakilerle kendilerini eşit tutmazlarken, Allah'ı putlara nasıl eşit sayıyorlar? Yoksa) Allah'ın nime­tini inkâr mı ediyorlar?

Allah, size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla besledi. Onlar halâ bâtıia inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? Onlar Allah'ı bıra­kıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiç bir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar. İşte böylece siz de Al­lah'a bir takım benzerler icad etmeyin.'Çünkü Ailah her şeyi bilir. Halbu­ki siz pek çok şeyi bilemezsiniz.

Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş, bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel nzıktan gizli ve açık olarak har­cayan (hür) bir kimseyi misâl verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

Allah, şu iki kişiyi de misâl verir. Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür. Onu nereye gönderse bir ha­yır getiremez. Şimdi bu (adamla), doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu? Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) sa­atinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan baş­kası değildir. Çünkü Aliah her şeye kadirdir.

Siz, hiçbir şey bilmezken Allah sizi analarınızın karnından çıkardı, şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (NahI, 16/70-78).

"Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden ya­rattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe, haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; müteakiben, kan pıh­tısını, bir lokmacık et yaptık; bu bir lokmacık eti kemiklere (iskelete) çe­virdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir mahluk o-iarak 'teşekkül ettirdik. Yapıp - yaratanların en güzeli olan Allah pek yü­cedir. Sonra siz, muhakkak ki bunun ardından elbet öleceksiniz . Sonra da, şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz." (Mü'mjnûn. 23/12-16). .

"Kendikendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulu­nanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşün­mediler mi? İnsanların bir çoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâret-mektedirler," (Rûm, 30/8.)

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaradan Rabbirvize ibadet edi­niz. Umulur ki böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtar­mış) olursunuz." (Bakara, 2/21).

"Sizi topraktan yaratması, O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan birer insan oluverdiniz. Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) deliüerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.

O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır. Geceleyin uyumanız, gündüzün Allah'ın lutfundan (nasibi­nizi) aramanız da O'nun (varlığının) delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır.

Yine O'nun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şim­şeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı onunla dirilti­yor. Doğrusu bunda, aklını kullanan bir kavim için (alınacak) dersler var­dır.

Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun (varlığının) de­lillerindendir. Sonra sizi bir çağırdı mı hemen topraktan (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz. Göklerde ve yerde olanlar hep O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir. İlkin mahluku yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tek­rarlayan O'dur, ki bu, O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde bulu­nan en yüce sıfatlar O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." (Rûm, 30/20-27).

"O Rab ki, yeri sizin için bir zemin (döşek), göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden (ve ekinlerden) size bir rızık (beslenme), çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah'a ortaklar koşmayın." (Bakara, 2/22).

"Ey kâfirler, siz ölü (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Şunu bilin ki, sonra sizi (e-celiniz gelince) O, öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O'na dön­dürüleceksiniz. O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra ken­dine has bir şekilde semâya dönüp doğruldu ve onu yedi kat olarak sağ­lamca tesviye ve tanzim etti. O, her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara, 2/ 28-29),

"Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. A-dını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gö-

zetleyicidir. (Nisa, 4/1).

"Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı, mak­sadını anlatmayı öğretti." (Rahman, 55/14).

"Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. Cinleri de hâlis ateşten yarattı. O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini ya­lanlıyorsunuz?" (Rahman, 55/14-16).

'Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Al­lah'ı inkâr mı ettin? Fakat O Allah, benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç­bir şeyi ortak koşmam." (Kehif, 18/37-38).

2 -Sonsuz bir Kudretin Eseri Olan Hayvanların Yaratı­lışı vs İnsanın Hizmetine Verilişini Tasvir Eden Âyetler: Bir önceki mad­dede metin ve mealleri verilen âyetlerden bazıları bu ve bundan sonraki maddelere de atıfta bulunmakta, onlarda da zikredilmesi uygun düşmek­tedir. Ancak tekrar etmekten kaçındığımız ve konuyu fazla uzatmak is­temediğimiz için, daha önoe zikredilmiş olan âyetleri tekrar yazmayaca­ğız. Bir önceki maddede verilen âyetler grubunun ilgili bölümleri sonraki maddelerde de zikredilebilir.

"Onlar bakıp görmediler mi ki, biz azimuşşân kudretimizin eseri' ol­mak üzere pek çok faydalı hayvanlar yarattık,. Ve onlar da bunlara mâlik ve sahip oldular. Bu hayvanları onların emirlerine âmâde kıldık. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını besin olarak yerler. Bu hayvan­larda onlar için içilecek sütler ve daha nice faydalar vardır. Hâlâ şükret mezler mi?" (Yâsîn, 36/71 - 73). f"'......

"Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik. İşte siz de böyle (mezarlarınızdan) çıkarıla­caksınız. Bütün çiftleri O yaratmıştır, Ve size bineceğiniz gemiler ve hay­vanlar var etmiştir ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak, "Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve

takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." diyesiniz. "Biz şüp­hesiz Rabbimize döneceğiz." (demelisiniz)." (Zuhruf, 43/11-14).

"Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için bir çok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak ina­nan topluluklar için nice ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündü­zün değişmesinde, Allah'ın gökten indirmiş olduğu bir rızıkta ve ölümün­den sonra yeri diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan topluluklar için pek çok âyetler vardır." (Câsiye, 45/3-5).

"O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıl­dızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda, düşü-! nen bir millet için pek çok deliller vardır. Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için büyük bir ibret vardır. Allah,; içinden taze et (balık) yemeniz için ve takacağınız süs (eşyası) çıkarma-1 nız için, denizi emrinize verendir. Gemilerin denizde (suları) yara yara git-; tiklerini de görüyorsunuz. (Bütün bunlar) onun lutfunu aramanız ve nime-j tine şükretmeniz içindir." (Nahl, 16/12-14)..

"Şüphesiz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size; onların karınlanndaki işkembe ile kan arasından (gelen), içenlerin boğa­zından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz." (Nahl, 16/66). ;

"Gökleri ve yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun âveîleriridendir. O, dilediği zaman onları (tekrar) toplamaya ka­dirdir." (Şûra, 42/29).

"Göğün hava boşluğunda ve uçmalarına uygun hale getirilen saha­da uçuşan kuşlara bakmadılar mı? Onları orada Allah'tan başkası tuta­maz. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır." (Nahl, 16/79).

"Hayvanlarda da sizin için elbette ibretler vardır. Onların k dakinden (yani aldıkları besinleri süt haline getirerek bunu) size Onlarda sizin için birtakım faydalar daha vardır; ayrıca etlerini yersiniz, Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız." (Mü'minûn, 23/21-22).

"Üstlerinde kanatlarını aça - kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) Rahman olan Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz o her şeyi görmekteidir." (Mülk, 67/19).

"Şüphesiz semavaî ve arzın yaratılmasında, gece ile gündüzün bir biri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta­şıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah'ın, gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüz­garları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürme­sinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığını ve birliğini is-batlayan) pek çok deliller vardır." (Bakara, 2/164).

"Allah, her hayvani sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstün­de sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yapar; çünkü Allah her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45),

3 -Bozulması ve aksaması olmayan mükemmel tabiat nizamı için­deki yer küresi, dağlar ve denizler... Göklerin ve yerin birbirleriyle ahenk­li olarak gediksiz ve kusursuz yaratılışı, bunların çalışması, yer küresini koruyan atmosfer, acı ve tatlı suların ve denizlerin bulunuşu ile yerde ve gökte bulunan her şeyin insanın emrine verilişini bildiren âyetler:

"Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte (onlar için oldukça mühim) bir ibret ayetidir. Çünkü biz onu yağmurla dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bunlardan yerler. Biz, yeryüzünde nice hurma bahçeleri, üzüm bağlan yarattık ve oralarda bir çok pınarlar kaynattık. Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerin­den yemeleri için (bu nimetleri verdik). Hal böyle iken onlar şükretmez­ler mi?" (Yâsîn, 36/33-35).

"İki deniz birbirine eşit olmaz. Şu çok tatlıdır, susuzluğu keser, içil­mesi kolaydır. Şu da çok tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et yersiniz ve takmakta olduğunuz süs eşyası çıkarırsınız. (Allah'ın) Lütfundan (nasibinizi) arayıp şükretmeniz için gemilerin denizi yarıp git­tiğini görürsün.

Allah, geceyi gündünüz içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'nu bırakıpta kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onları (putları) çağirsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin (Onları Allah'a) ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, her şeyden haberi olan (Allah'tan) başka hiç kimse haber veremez." (Fâtır 35/12-14).

"O ki, birbiriyle ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Cok merhametli olan Allah'ın yaratışında hiç bir uygunsuzluk göremezsiniz. Gözünü çevir bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? (Aksaklık görebilmek için bir değil) iki defa gözünü çevirip bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir." (Mülk,67/34).

4-Bütün canlıların mayasını teşkil eden su, suyun habercisi rüz­gâr, ölü olan toprağın yağmurla dirilerek muhtelif yiyecekler vermesi, İn­sanların ihtiyaçlarını gideren ateş vb.nin yaratılışından bahseden âyetler:

"Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek tane­ler bitirdik (yağmurla bahçeleri ve ekinleri yetiştirdik). Kullara rızık olma­sı için birbirine girmiş, küme küme tomurcuklan olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o su ile, ölü bir toprağa ean verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir," (Kâf, 50/9-11).

"Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri em­rinize veren, nehirleri de size akıtan ancak Allah'tır. Âdetleri üzere sey­reden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize ve­ren yine Allah'tır. O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah'ın nime­tini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankör­dür." (İbrahim, 14/32-34).

5-Ay, güneş, yıldızlar, gece vs gündüzün meydana gelişi ve bun­lardaki değişmez nizamdan ve bütün bunların insana sağladığı faydalar­dan bahseden âyetler: Yukarda zikredilen âyetler içerisinde bu konuyla ilgili olanlar çoktur.

6-Yiyeeek, insan ve her türlü eşya naklinde emrimize amade kı­lınan gemiler, denizler ve denizden çıkarılan gıdalarla zinet eşyasından bahseden âyetler: Yukarda zikredilen âyetler arasında bu hususla ilgili olanlar da mevcuttur.

7-İnsanlaran, gaflet, kibir ve inattan sıyrıldığı an yalnız Allah'a yö-nsimetari ve Q:n® yalvarmalarını haber veren âystîer: Hz. Musa'nın Fir'anv'-la olan mücadelesi neticesinde Fir'avn ve taraftarlarına azab gelince on­ların Allah'a yakarışlarını bildiren şu âyetleri burada örnek olarak zikre­debiliriz :

"Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, "bu, bizim hakkımızdır, (bizim yü­zümüzden geldi ve kendi davranışımızla bunu elde ettik)" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı {Onların yüzünden kıtlık ve belaya uğradıklarını iddia ederler­di.) Bilesiniz ki, onların uğursuzluğu Allah Katındandır, fakat onların çoğu bunu bilmezler. Ve dediler ki; bizi sinirlemek için ne mû'cize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.- Biz de ayrı ayrı mû'cizeler olarak onla­rın üzerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.

Azab üzerlerine çökünce, "ey Musa, sana verdiği söz hürmetine bi­zim için Rabbine dua et, eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana ina­nacağız ve muhakkak israil oğullarını seninle göndereceğiz" dediler. Biz ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca hemen sözle­rinden dönüverdiler." (A'raf, 7/131-136).

Kur'an'da İsbat-t Vâcib konusunu Kur'an delillerinin özelliklerini be­lirterek noktalamak istiyoruz:



a) Kur'an delilleri ikna edicidirler. Kur'an insanları ikna etmek için mu'cîzeden çok akla hitap eder. Zaaf ve korku yoluyla inandırma yerine düşünce ve ikna yoluyla kabulü tercih eder.

b)Kelâma ve filozofların kullandıkları delillerin bazılarının devri ge­çebilir veya onlar herkese hitap etmeyebilirler. Kur'an delillerinin hiç bir 7aman devri geçmez, apaçık, bedihi ve umumidirler.

c) İnsanların fıtratına uygundurlar.

d) Kelâmcılann ve İs!âm filozoflarının delillerinin kaynağıdırlar. 229


Yüklə 1,19 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin