Ersitesi basimevi 1988 konya


ŞER'Î HÜKÜMLER VE KAYNAKLARI



Yüklə 1,19 Mb.
səhifə8/24
tarix17.01.2019
ölçüsü1,19 Mb.
#98690
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   24

ŞER'Î HÜKÜMLER VE KAYNAKLARI




Giriş:

İslâm; ilim, irfan, akıl ve fikir dinidir. Gayesi aklı ıslah etmektir. O, aklı, vehimlerden, zanlardan korur, cehaleti, bilgisizliği en büyük düşman bilir, faydalı ilimleri teşvik edip, ilim sahiplerini över, hakikatin araştırıl­masını ister, hurafeleri reddedip ilâhî hükümlerde akla hitabeder.

İslâm; bir düzen, intizam, kolaylık, itidal, hayır ve mutluluk, hürriyet ve eşitlik dinidir. Gayesi ameli ıslah etmektir. Çalışmayı ve kazanmayı emreder, tembellik ve ataleti yasaklar. Cemaate büyük değer verir, meş­verete önem atfeder, adaleti esas alır.

İslâm; ihsan, birlik, yardımlaşma ve dayanışma dinidir. Gayesi kalbi ıslah etmektir. Nefsi terbiye etmek en büyük hedefidir. İşde ve sözde doğ­ruluğu emreder, her türlü kötülüğü reddeder.

İslâm; akla dayanan hak bir akide, amelin ve ibadetin ancak Allah için yapılmasını isteyen ve böylece ferd ve toplumun istikamet üzere ol­masını gaye edinen bir hakiki nizam, kalbi kötülüklerden temizleyip ahlâ­kî faziletlerle donatmak suretiyle ıslah etmek amacında olan bir Tevhid, tenzih, hak, adalet, maslahat, fazilet dinidir. 78

Şer'î Hükümler

İslâm'ın insanın, fert ve toplum olarak yücelmesi hususunda k ğu hükümler üçe ayrılır:



1- İTİKADI HÜKÜMLER, (Ahkâm-ı İ'tikadiyye).

2 -AMELÎ HÜKÜMLER (Ahkâm-ı Ameliyye).

3-AKLÂKÎ HÜKÜMLER (Ahkâm-ı Hulukıyye).

İTİKADÎ HÜKÜMLER :

İslâmda itikadı hükümler, kalb ile tasdik edilerek lan ve gönülden bağlanılan dinî meselelerdir. Bunlar

sin olaak pnanı-jaşında Allah'ın varlığına, birliğine, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman gelir. Buna Tevhid ve Tenzih akidesi denir. İs-lâmda itikadî hükümlerin esasını bu inanç teşkil eder. Bundan sonra ikin­ci esas olan Hz. Muhammed (S)in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna inan­mak gelir ki bu iki esas şehadet kelimesinde ifadesini bulmuştur;

Allah'tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed (S)in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet etmek ve bunu kalben tasdik etmek, İslâm'ı benimsemek demektir. İslâm Dini'ne giriş, şehadet kelime­sini söylemekle olur. Hz. Muhammed .(S)in Allah'ın elçisi olduğunu kabul etmek, O'nun tebliğ ettiği itikadî hükümlere imanı beraberinde getirir. Bunlar iman esasları denilen ve âmentü olarak ifade edilen altı iman esasıdır ve Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret Günü­ne, Kaza ve Kadere inanmaktır.

İtikadı hükümler, iman esasları asia değişmez, bütün peygamberler ittifakla aynı hükümleri tebliğ etmişlerdir. Zaman ve mekâna göre hiçbir şekilde değişmeyen itikadî hükümler, kesinlik ifade eden temel dinî esas­lardır. Dinin temel hükümleri olan itikadî hükümleri Hz. Âdem'den itiba­ren bütün peygamberler insanlığa talim etmişler, son peygamber Hz. Mu­hammed (S), bu esasları evrensel bir tarzda bütün insanlığa tebliğ et­miştir. Söz konusu edilen hükümler Kur'an'da yer almış ve kesin deliller­le teyid edilmiştir. 79

İtikadî hükümler ikiye ayrılır:

Birinci kısımda aklî delillere itimad edilir. Aklî deliller ve burhanlar­la bu kısımdaki hükümler, esaslar isbat olunur. Bunlar; Allah'ın varlığına, birliğine, ilim, irade, kudret, hikmet sahibi olduğuna, peygamberler gön­dermesine iman gibi itikadî hükümlerdir.

İkinci kısımda akıl yoluyla bilinmeyen, ancak akla aykırı olmayan ve nakil yoluyla bilinen itikadî hükümler yer alır. Bu tür itikadî hüküm ve e-saslar Kur'an'da yer almış ve hadislerde beyan olunmuştur. Kelâmın sem'iyyât bahislerinde işlenen diriliş, âhiret, Cennet, Cehennem, Melek­ler vb. konulara iman sem'e, işitmeye dayanır, bunların sabit oluşu ilâhî vahy yoluyladır. Kelâmın konusu bütün itikadî hükümlerdir, islâmın iman esaslarıdır. 80

Amelî Hükümler :


AmeS; İş, yapma anlamınadır. İstekle, arzuyla yapılan, yerine getirilen İşe amel denir. Amel için, yani istek, irade kullanılarak yapılan iş için bilmek ve inanmak gerekir. Bu itibarla, inanmak amel etmekten önce ge- : lir. Buna göre iman, inanmak asıl, temel olup, amel etmek ise şu'be, dal, bina hükmündedir. İmansız amelin bir değer taşımadığı bilinen gerçek­lerdendir. Bundan dolayı itikadî hükümlere Ahkâm-ı Asliyye = aslî, temel hükümler, amelî hükümlere de Ahkâm-s Fer'îyye = Fer'î, yani tâli hüküm­ler adı verilmiştir.

Amelî hükümler; ibâdetler ve muameleler olmak üzere başlıca iki kısma ayrılır:

a) İbadetler : İbadet ancak Allah için yapılır. İbadetle insan Allah'ın huzurunda kulluğunun şuuruna varır, O'na ta'zîm, tebcil, takdis vazifesin­de bulunur, kulluk görevini ifa eder.

İbadet; kitap ve sünnette açıklanan esasiar çerçevesinde tam olarak yerine getirilir. İbadet, zamanın, mekânın, örf ve âdetlerin değişmesiyle değişmez.

İbadetlerin esasları Kur'an'da bildirilmiş, açıklanması ise Hz. Pey­gamber (S)in sünnetleriyle yapılmıştır. İbadet, Hz. Peygamberin eda etti­ği şekilde Allah için yapılır. İbadetlerin yapılış şekilleri tevatüren bize kadar ulaşmıştır.

b) Muameleler: Muameleler, ferd ve toplumların hukukî, idarî, sos­yal ve ekonomik alanlarda ihtiyaç duydukları hükümlerdir. Genel esaslar sabit kalmakla birlikte zaman, mekân, örf ve âdetlerin değişmesiyle, dün­ya ile İlgili bazı amelî ve cüz'i hükümlerde değişme olabilir.

Amelî hükümlerde, yani muamelelerde esas, adalettir. Allah'ın emir ve yasaklarında esas; menfaat ve mefsedet, yani fayda ve zarardır.

İbadetler; irade, ihtiyar, istek, arzu ile Allah'ı ta'zim, takdis, yücelt­mek amacıyla yapılır. Muameleler ise fayda sağlamak, zarardan kaçm­amak amacıyla yapılır.

İbadetlerin ve muamelelerin düzenli ve noksansız bir şekilde yapıl­ması, adalete ve herkesin hukukuna riayet edilmesini temin için ukubat «dşnilen cezaî hükümler konmuştur. 81


Aklâkî Hükümler .

Şer'î, dinî hükümlerin üçüncü kısmını Ahlâkî hükümler oluş'iururj

Bunlara kalbî hükümler de denir. Ahlâkî hükümler kalbi tenzihe, nefsi ıs­laha, ruhu yüceltmeye ve ahlâkı kemâle erdirmeye yönelik hükümlerdir, İslâm Dini'nin hedefi güzel ahlâkı tesis etmektir. Kur'an'da ve Sünnette bu konuda pek cok âyet ve hadis mevcuttur.

İslâm ahlâkında iki önemli esas



1) Allah'ın emirlerine itaat etmek ve

2) O'nun yaratıklarına şefkat ve merhamet göstermektir.

Allah'a iman ve ibadet nasıl birer dinî esas ise, bütün yaratıklara şef­kat ve merhamet göstermek ve neticede güzel ahlâklı olmak da aynı de­recede önemli bir esastır.

İslâm dini ahlâkî hükümleriyle fert ve toplumu kemâle erdirmeyi ga­ye kabul etmiş, insanlığın yararına olan en güzel ahlâk hükümlerini bil­dirmiş, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed (S) bütün bu ahlâkî hü­kümleri en güzel şekilde uygulayarak bir örnek teşkil etmiş ve Allah

Kur'an'da onun için: (Kalem, 63/4)

"Doğrusu sen en güzel ahlâk üzeresin." buyurmuştur.

İslâmiyetin ahlâkî hükümleriyle ilgili bilgiler, Ahlâk ve Tasavvuf bi­lim dallarında yer alır ve incelenir. Nitekim şer'î hükümlerden itikada ait olanlar Akaid ve Kelâm bilim dalında, amele ait olanlar ise Fıkıh veya İs­lâm Hukuku bilim dallarında incelenir. 82



Şer'î Hükümlerin Kaynaklari

Şer'î, dinî hükümlerin kaynağı dinî deliller olup bunlar ilâhî esasa da­yanırlar. Naklî olan bu delillere Edilie-i Şer'iyye, dinî deliller denir. Dinî deliller beşerî bir esasa dayanmayıp ilâhîdirler.

İslâm Dini'nde asıl olan iki kaynak vardır: Kitap ve Sünnet. İcmâ ve kıyas gibi diğer dinî deliller bu iki asıl kaynağa istinad ederler. Sünnet de aslında Kur'an-ı Kerim'deki hükümleri keşf ve izah eder. Bu itibarla İs­lâm'da bütün şer'î hükümlerin kaynağı Aslu'1-Usûl, Asılların Aslı olan ki­tap, Kur'an'dır.

İslâm'da hüccet, kesin delil olarak kabul edilmesi gereken şer'î de­liller, ilâhî vahye dayanan dinî nasslardır. Bunlar da ancak Kitap'da ve Sünnette yer alır. Kitap ve sünnete aykırı bir hüküm asla tecviz edilemez.

Kitap ve sünneti, kitap ve sünnet olması itibariyle reddetmek küfür sayıl­mıştır. İcmâ ve kıyas, kitap ve sünnete istinad eder. 83
1- Kitap:
Kitaptan rnaksad, Allah kelâmı olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, Hz1. Muhammed (S)e vahyolunan ve tevatür yoluyla naklolunan Allah kelâ­mının tamamına verilen addır.

Kur'an, Allah'ın zâtıyla kâim olan nefsî kelâma ait ilâhî bir mana lup Hz. Muhammed'e nâzıl olan ilâhî lafza delalet eder. Buna göre Kur't Allah'ın zâtı subutî sıfatlarından kelâm sıfatının bir tecellisidir.

Kur'an ilâhî bir tecelli olarak tebdil, tağyir, tahriften korunmuş biri şekilde kıyamete kadar Hz. Muhammed (S)e indirildiği halini muhafaza) edecektir. Zira Allah :

"Doğrusu Kur'an'ı biz indirdik, onu muhafaza edecek olan biziz." 84 buyu­rur.

Kur'an, en yüksek edebî üslup ve belâğati, en derin ve en geniş ma­nası ile lafız ve manâ olarak benzersiz, eşsiz bir mucizedir. Bu ilâhî ki­tap, insanlığı fert ve toplum olarak arzu ettiği refah ve mutluluğa ulaştı­ran en sağlam ve güzel iman, ibadet, âmel ve ahlâk esaslarını ihtiva e-den kutsal kaynaktır. 85

2 –Sünnet

Hz. Peygamber (S)in, Kur'an-ı Kerim'den başka olarak sarfettiklefT sözler, yaptıkları işler ve karşılaştıkları şeylerdir. Sünnet kavlî, fiilî ve takriri olmak üzere üçe ayrılır ve Kur'an'dan sonra şer'î hükümlerin ikin­ci kaynağını teşkil eder.

Kavli sünnet; Hz. Peygamber (S)in söyledikleri Hadis-i şeriflerdir. Fiilî sünnet; Hz. Peygamber (S) in fiil ve hareketleridir.

Takriri sünnet; Hz. Peygamber (S) in huzurunda yapılan İşleri ve söy­lenen sözleri sükûtla karşılayarak onları takrir yani tesbit edip red ve in­kâr etmemesidir.

Sünnetin önemini ve ikinci şer'î kaynak olduğunu belirten pek çokKur'an âyetinden bir kaçı şöyledir:? "

"O, nefsinin arzusuna göre konuşmaz, O'nun sözleri, kendine vahyolunan sözlerden başka bir şey değildir." 86

"Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun." 87

"Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş oiur." 88

Hz. Peygamber de kendisinden görüldüğü gibi ibadet edilmesini, sünnetinin aynen alınıp uygulanmasını emretmiştir.

Hz, Peygamberin sünneti, Kur'an'ı te'yid, tasdik, şerh, izah, tefsir e-der. Neticede sünnet asli olan Kitab'a, Kitapda tefsiri mâhiyetinde olan sünnete muhtaçtır.

İslâmî nakillerin ilmî delilleri ilk üç asra göre takdir olunur. Bi­rinci asır Ashab, ikinci asır Tabi'ûn, üçüncü asır Etbau't-tabiîn devridir.

Hadisler, hadisin senedini teşkil eden ravilerin üç devirdeki durum­larına göre üç kısma ayrılır:



a) Mütevatir Hadis : Başlangıçtan itibaren bu üç asırda yalan üze­rinde birleşmelerini aklın kabul etmediği çok sayıdaki topluluğun birbi­rinden rivayet ederek Hz. Peygamber (S) den naklettikleri hadislerdir.

Sayılan az olan mütevatir hadisler kesinlik ifade eder, zorunlu, za­ruri ve kesin bilgi verirler. Mütevatir hadislerle itikad ve amel her mükel­lefe vâcibdir.

Mütevatir hadisler, Kur'an ölçüsünde olmamakla birlikte, ilâhî birer hikmettirler. İman ile küfür arasında bir ölçü sayılırlar, mucibince itikad ve amel gerekir. Mütevatir hadislerden şüphe ve tereddüt asla caiz değil­dir. Mütevatir haber olarak da kabul edilen mütevatir hadisler, Hz. Pey-gamber'den tevatür yoluyla sabit olmuşlar, nesilden nesile bugüne kadar hiçbir devirde haklarında İhtilaf vuku bulmamıştır. Namaz, o-ruçF haccgibi ibadetler, farz olan namazların rekât sayıları, Kur'an'ın bu­güne kadar Hz. Peygamber'den itibaren nakledilişi mütevatir hadislere örnek teşkil eder.

b) Meşhur Hadis : Başlangıçta "Âhad" hadis durumunda olduğu, Hz. Peygamber'den bir veya birkaç kişi tarafından rivayet edildiği halde, daha sonra ikinai ve üçüncü asırlarda tevatür derecesine ulaşarak şöh­ret bulan hadislerdir.

Meşhur hadisler, esasında, bir veya birkaç kişinin rivayetine istinad ettiğinden zarurî ve kesin bilgi vermez. Ancak Hz. Peygamber (S)in as­habı yalan söylemekten münezzeh olduklarından, daha sonraki devirler­de tevatür derecesine ulaşan meşhur hadisler, kalbe güven, itmi'nan ve itimad verir. Bundan dolayı meşhur hadislerin muktezasınca amel etmek vâcib kabul edilmiş, bu tür hadisler hidâyet ve dalâlet arasında bir ölçü, miyar sayılmıştır.



c) Âhâd Hadisler : Hz. Peygamber (S) den bir veya birkaç emin kişi tarafından rivayet edilen ve ilk üç asrın hiç birinde tevatür derecesine ulaşmayan hadislerdir. Âhâd hadislerden metin ve senet bakımından ge­rekil şartları haiz olanlara makbul, yani sahih, hasen hadis adı verilir.

omel etmek vaciptir, ancak zanna dayanıp kesin bilgi vermedik-delii olarak kullanılmazlar.

Âhâd hadislerden makbul olmayanlara zayıf hadisler adı verilir. Sa-i iıih ve hasen hadisler amel bakımından değer taşır, zayıf hadisler ise iyij ve güzel işlere teşvik bakımından kıymet ifade ederler. 89

Şer'İ delillerden üçüncüsü kabul edilen Kıyas, kesin delillerle sâbitj olan ve asla değişmeyen itikad ve amel esasları sahasında yapılamaz. Şer'i delillerden dördüncüsü sayılan İcmâ da ibadet ve muamelât

Ifıkiıî meselelerde câridir. 90

Delil:


Delil; mürşid, rehber, kılavuz, yol gösteren anlamlarına gelir. Terim olarak delil; kendisi vasıtasıyla başka bir şey hakkında bilgi elde etmeye yarayan şeydir. Delil sayesinde başka bir şeyin doğru veya yanlış olduğu bilinir. Bildiren şey delil, hakkında bilgi elde edilen de medluldür.

Delil mutlak olarak ikiye ayrılır:



1 -Kat'î Delil: Medlulden ihtimli, şek ve şüpheyi kaldıran, onu te'vil etmeye imkân vermeyecek şekilde kesin olarak isbât eden de­lildir. Manâya delâleti kat'î olan Kur'an âyetleri, mütevatir hadisler mak­bul kesin delillerdir.

2 -Zannî Delil: Medlulden ihtimali kaldırmayan ve onu kesin olarak isbât etmeyen delildir. Ahâd hadisler zannî delillerden sayılır. Zan-nî deliller, kesinlik ifade eden bir asla dayanmadıkça makbul olmaz.

Delil, mukayyed olarak ikiye ayrılır:



1 -Dinî, Sem'î Delil: Vahye dayanan, işitilerek öğrenilen delildir. Naklî veya sem'î adını da taşır.

2 -Akli Delil: Akla dayanan delildir. 91

Dinî Delil Ve Çeşitleri:


Dinî, naklî, sem'î denilen deliller kesinlik ifade edip etmeme yönün­den dört türlüdür:

1. Hem subutu, hem manaya delâleti kesin olan deliller: Muhkem Kur'an âyetleri ve mütevatir hadisler gibi.

2. Subûtu kat'î, manaya delâleti zpnni olan deliller: Te'vil edilebilen bazı Kur'an âyetleri ile yine bazı mütevatir hadisler gibi.

3. Subûtu zannî, manaya delâleti kat'î olan deliller: Ahâd hadisler gibi.

4. Subûtu da manaya delâleti de zannî olan deliller: Birkaç manaya ihtimali olan ahâd hadisler gibi. Kur'an âyetlerine Kitabî Deliller de de nir. . 92


Aklî Delil Ve Çeşitleri :

Akla dayanan aklî deliller hem katî hem zannî olurlar. Kesin olarak medlulü isbat eden aklî delile burhan, yani hüccet denir.

Kesin olarak medlulü isbat etmeyen ve zanna dayanan akiî delile de hatabe ve hatabî delil denir. 93

1. YAKİNİYYAT :Yakîn, kesinlik ifade eden kaziyyelerden, öner­melerden meydana gelen yakin ifade eden yakiniyyat altıdır:

a) Bedihiyyat : Akılda ilk nazarda hemen meydana gelen açık, seçik, net bilgilerdir. "Bir ikinin yarısıdır. Bütün parçasından büyüktür..." gibi. Bedihiyyata evveliyyat da denir.

b) Fıtriyyat : Aklın basit bir kıyasla hemen kabul ettiği hükümdür. "Dört sayısı çifttir." gibi. Akıl dört ve çift mefhumlarından hareketle hük­me varır.

c) Müşahedeler : Duyu organlarıyla verilen hükümlerdir. "Ateş ya-;: kar" gibi. Ayrıca iç duyuların verdiği açlık, susuzluk gibi hükümlere vic-daniyyat denir.

d) Tecrübeler : Müşahedelerin tekrarı sonunda aklın verdiği hüküm­lerdir. Penisilin ateşi düşürür gibi.

e) Hadsler, Sezgiler : Mukaddimelerden neticelere süratle intikal veya mukaddimelerle birlikte aynı anda zihne neticnin doğuvermesidir. "A-;; yın ışığı güneştendir, bulut yağmurun habercisidir", gibi.

f) Mütevatirler : Tevatür yoluyla elde edilen bilgiler. Görmediğimizi; şehir ve hükümdarların varlıklarını kabul etme gibi.

Bunların dışındakilere nazarî ve istidlali ilimler denir. Nazarî ve istid-ii lâlî ilim, bakmak, araştırmak, düşünmek, görmek gibi zihnî faaliyetler!! sonunda bilinenden bilinmeyeni elde etme veya bir delile başvurarak a kıl yürütmek suretiyle bilgi elde etme şeklidir. Bu tür ilim elde etme, kes-;; bidir.

Burhanî, yakinî delilleri ancak bilginler anlar. Çünkü bunlar cedel vei.i. münakaşalara dayalı delillerdir.

Kur'an-ı Kerim, hem burhanî delil, hem de hatabî delil ihtiva eder diyenler olduğu gibi, O'nun delillerinin hepsinin burhanı, yakinî olduğunu söyleyenler de vardır.



2. ZANNİYYÂT : Zan ifade eden hatabî delillerin de çeşitleri vardır:

a) Meşhûrât : İnsanlar tarafından itibar edilen, değer verilen hüküm­lerdir. Herkes kabul etmemekle birlikte, insanlar arasında yaygın ve meş­hur olan değer hükümleridir. Adalet iyidir, zulüm kötüdür v.b. gibi.



b) Makbûlat : Özü-sözü bir, büyük, u!u kişilerden, halk arasından sevilen âlım ve mürşid zatlardan nakledilen sözlerdir, onların görüşlerini belirten hükümlerdir.

c) Müsellemât : İlmî bir tartışmada karşı tarafın kabul ettiği hüküm­ler olup hasmı susturmak için kullanılır. Hz. Peygamber (S)in miracını in­kâr edene Hz. İsâ (As)ın miracını delil olarak kullanmak, Hz. Aişe'nin İfk hadisesine karşı Hz. Meryem'in babasız Hz. İsa'ya anne olmasını söyle­mek gibi.

d) Muhayyelât : Manevî, ruhî bir bezginlik ve nefret uyandırmak için hayalde canlandırılan doğru veya yanlış hükümlerdir. Bunlar hayal dün­yasının ürünleridir. Şarap akıcı bir yakut, bal iğrenç bir kusmuktur... gibi.

e)Vehmiyyât : Duyular dünyasının dışında kalan hususlar için, du­yulur âlemle kıyas edilerek verilen hükümlerdir. Her var olan mekân tu­tar, Kâinatın ötesi sonsuz fezadan ibarettir, var olan her şey görülebilir... gibi.

f) Karinelerle Hüküm Vermek : Her hangi bir karineyi, işareti, ipucu­nu görüp hüküm vermektir. Yoğunlaşmış bulutu görüp yağmur yağaca­ğını söylemek gibi. 94

İlim:

İlmin konusu eşyadır, varlıktır, objedir. Eşyanın hakikati vardır, ilim bu hakikati araştırır, inceler. Eşyanın hakikatinin olmadığı görüşünde o- ;j lanlar daima var olagelmiştir. Ancak böyle bir görüşe sahip olmak, eşyanın hakikatini hiçbir zaman değiştirmemiştir. Aslında ilmin, bilginin sü[e- si durumunda olan insan da bir objedir, eşyadır, varlıktır, ilme, bilgiye konudur. İlim bir süje-obje münâsebetidir.

Eşyanın hakikatinin olamayacağını ileri sürenler Sofistler olmuştur. Şüphecilik (scepticism) genel felsefî akım şeklinde sürüp giden, Kelâm !ı tarihinde İndiyye, İnadİyye, Lâedriyye 9'bi isimlerle varlığından bahsetti-ren, bazan realizm - idealizm anlaşmazlığına bürünen dış âlemin varlığı meselesi, insan bilgisinin konusu olması bakımından önem taşır. Dış âlemdeki varlıklar hakikat olarak mevcutturlar ve bilginin objesi durumun- dadırlar. İlmin amacı, eşyanın hakikatini ortaya çıkarmaktır.

Hakikat, bir şeyin aslı ve o şeyi vücuda getiren cevherdir. Bir şeyin hakikati, o şeye nisbet edilince, ancak o şeyin aynısı meydana gelir. Bunun için :

"Bir şeyin hakikati ve mahiyyeti, o şeyin kendisi olduğu şeydir" denmjtir.

Bir şeyin hakikati ile mahiyyeti aynıdır. Şey mevcut demektir. Şe var olan, varlığı bahse konu olandır. Var olan varlıklara şey denir. Var { mayana şey denmez.

Çevrede bulunan bütün varlıklar, insan, hayvan, bitki, ay, güneş, dızlar, yer, gök, bütün eşya, şeyler ve bunların hakikatleri, dış görünüşü (teşahhus), vücut ve hüviyet bakımından hariçte hakikaten mevcutturlar.^] Bütün eşyanın dış âlemdeki varlığı, şahsî inanç ve görüşlere bağlı olma-;; dan vardır. Eşyanın varlığı ve hakikati indî ve nisbî olmayıp, zatîdir. Eş- : yanın hakikati hayal ve evhamdan ibaret değildir.

Dış âlemin varlığı, eşyanın gerçekliği, yaşanan hayatın hakikat ol-i duğu ancak ilimle, bilgiyle kavranılır.

Bilme, bilgi, biliş anlamlarını taşıyan ilmin tarifinin yapılamayacağını söyleyenler olduğu gibi, onun tarifini yapanlar da olmuştur. Fohreddin Razî (v. 606/1210) ilmin mâhiyetinin zorunlu olarak bilinebileceğini, tari­finin mümkün olmadığını benimsemiştir. İmâmu'l-Haremeyn el-Cuveyni (v. 478/1085) ve İmam Gazzalî'ye (v. 505/1111) göre ilim zarurî değilse de tarifi pek güçtür.

Bununla birlikte ilim hakkında tarifler yapılmıştır:



a)"Aklın ve duyuların sahasına giren her şeyin (mezkûrun), ilir na sahip olan kimseye tanınmasını sağlayan sıfattır."

b)"İlim, zıddına ihtimal vermeyecek tarzda manaları birbirinden ayırd-detme sıfatıdır."

Bu tariflerden birincisi ilmi tarif bakımından daha şümullüdür. Çünkü onda akıl ve duyuların sahası sözkonusu edilirken, ikinci tarifte sadece akıl sahası bahse konu olmaktadır. Kısaca bilgi; olduğu hal üzere malu­mu, mezkûru idrak etmektir. Mu'tezile idrak yerine "itikad" kullanır. 95


Bilgi Çeşitleri:

Bilginin yaşanan hayattan itibaren çeşitleri vardır:



a) Günlük Hayat Bilgisi : Bu, ilmî düşünce dışında herkesin "biliyo­rum" dediği zaman anladığı bilgidir. Buna "gündelik bilgii" veya sistem­siz olarak halkın bilgisi (la connaissance vulgaine) denir. Gelenek ve gö­reneğin öğrettiği her şey bu bilgiye girer.

b) İlmî Bilgi (La connaissance scientifique) : Belirli bir konuya oît prensiplere dayanan, belirli metodlarla elde edilen ve olaylar arasında açıklamalar yaparak, onları kanunlar halinde ifade eden bilgidir. Kaç tür­lü olay veya sabit münasebet tarzı varsa o 'kadar ilmî bilgi çeşidi vardır. Aralarındaki prensip ve metod farkına rağmen hepsinde ortak taraf, on-

ların sistemli bir düşünceye dayanmaları ve genel tiplere veya kanunlara ulaşmalarıdır.



c) Felsefî Bilgi (La connaissance philosophique) : İlmî bilgilere da­yanmakla beraber, onlardan birinin veya hepsinin prensipleri ve metodla-rını incelemek üzere ilimlerde ortak prensipler arayan bilgidir. Bu pren­sipler, ilimlerin alanlarını aşarak, tabiatüstü kanunlara çevrilebilir. Bu taktirde o, metafizik bilgi adını alır.

d) Yüksek Manevî Değerler Bilgisi : Burada bir yandan ic varlık, in­sanın kendi manevî varlığının şuuruna ait bilgi, diğer yandan sosyal ve ferdî hayatın yüksek manevî değerleri olan din, ahlâk, san'at gibi şeyleri yaşamaktan ve üzerlerinde düşünmekten hasıl olan bilgi söz konusudur. (Ethique, Theologie, Estetique, Ahlâk, Kelâm, San'at gibi).

e) Gaybs Bilgi ve İlham : Sayılan bilgi türlerinin hiçbiri ile elde edile­meyen, ilmî teerübe ve akıl alanlarını aşan, çoğu kez tekrarı mümkün ol­mayan özel bir tecrübe, bir iç görme (vision), kalbî keşif ile elde edilen bilgidir. 96

İlmin Sebepleri:


Eşyanın hakikati, ilmin mâhiyyeti, kısa ve özlü bir tarzda bilgi türle­rini saydıktan sonra ilmin meydana gelişini ve ilme vasıta olan sebepleri İnceleyebiliriz.

İnsan bilgisinin sebib üçtür



a) Duyular,

b) Akıl,

c) Haber.

İnsanı bilgi sahibi kılan, kendisini, çevresini, eşyayı tanımasını sağla­yan bilgi vasıtaları zikredildiği gibi üçtür. 97



A) Duyular :

İnsan kendi dışında olan eşya hakkındaki bilgiyi duyu organlarını kullanmakla elde eder. Duyu organları ile "Mahsusât" denilen duyular âlemi idrak edilir, algılanın.gözle görülür, kulakla işitilir, burunla kokla-nır, ağızla tad alınır, deriyle temas edilir. Böylece kesinlik ifade eden zo­runlu (zarurî) bilgi elde edilir. Sağlam (selim) duyu organları kelâmcılara göre beştir. Bunlar:



1. Bâsıra : Gören göz.

2. Sâmi'e ; İşiten kulak.

3. Şâmme : Koklayan burun.

4. Zâika : Tad alan ağız.

5. Lâmise :;Temas eden deridir.

Bu duyu organları, kendilerine tahsis edilen alanda işlevlerini sürdü­rürler; her biri görülmek, işitilmek, koklanmak, tadılmak ve temas edil­mek şanından olan varlıkları duyarlar, idrak ederler ve yakiniyyat deni­len, delil ve istidlale muhtaç olmayan zorunlu bilgi meydana getirirler. His ve tecrübe yoluyla elde edilen bilgiler, müşahede olunan mahsusai âlemine ait bilgilerdir ve duyu organlarının faaliyet alanına girer. 98



B) Akıl;

Akıl, bilgi sebebidir. Akıl ile duyu organlarının idrak sahası olan mah susatın dışında kalan makulöt denilen mücerredât, soyutlar idrak edilir.j Duyular müşahhas, somut olanı idrak ederken, onlar hakkında insana! bilgi sağlarken, akıl mücerred, soyut olan hakkında insana bilgi temin! eder,

Akıl, nazarî, istidlal? bilgilerin sebebidir. Gerek akıl, gerekse duyular,!

insana yaratılışta verilen kuvvetler olup, insandan insana farklıdır. Heri insanın kendisine özgü duyum kabiliyeti olduğu gibi, farklı zekâ ve akıl! seviyesi de vardır.

Akıl, ilâhî bir mevhibedir, Allah'ın insana bahşettiği en büyük nimet-| tir, ilâhî bir cevher ve nurdur.

Akıl, "maddî bir kuvvet olmayıp mücerred ve ruhanî bir cevher, ilâhî bir nur" şeklinde tarif edilmiştir. Akıl; nefs-i natıkadır, nefsin bir kuvveti olup, onunla ilimler ve fenler idrak olunur.

Aklın mâhiyyeti konusunda ihtilâf olduğu gibi, bilgi sebebi oluşu me­selesinde de anlaşmazlık vardır. Aklın ilim ifade ettiğini inkâr edenler ol­duğu gibi, onun sadece matematik ilimlerde bilgi sebebi olabileceğini, ay­rıca aklın Allah hakkında bilgi veremeyeceğini, ilahiyat sahasında yetki­li olmadığını iddia edenler de çıkmıştır. Bütün bunlar, aklın bilgi sebebi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Akıl, insan için ilim vasıtasıdır, o-nunla ma'kulât denilen âlem kavranılır.

Duyular ve aklın bilgi sebebi olduğuna dair Kur'an'da pek çok işaret vardır: "Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalb, bun­ların hepsi o şeyden sorumlu olur." 99

«De ki; sizi Yaratan, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Ne az şükrediyorsunuz." 100

Duyular ve akıl vasıtasıyla elde edilen bilgilerin depolandığı insanın iç dünyasının merkezi kalptir. Kalple insanın bütün manevî dünyası kas­tedilir.

Bilgi teorisi genelde duyulara dayalı Emprizm, akla dayalı R'asyon lizm gibi büyük felsefi akımlara ayrılır. 101

Akıl vasıtasıyla elde edilen bilgiler;



1. Zorunlu (zaruri).

2. Nazarî, istidlali (diskursif) olur.

1. Zarurî olanlar; nazar ve istidlale, akıl yürütmeye ihtiyaç duyulma­dan hasıl olan, herkesçe bilinen ve bedihî denilen bilgilerdir. Dördün ya­rısı ikidir. Yüz, elliden büyüktür. Ateş yakar, güneş ışık verir... gibi açık ve kesin bilgiler, herkes tarafından bilinen zorunlu bilgilerdir. Bunların karşıtt, zan ifade eden cedel ve hatabe türünden bilgilerdir.

2. Nazarî, İstidlali bilgiler; akıl yürütmeyi, zihnin faaliyet göstermesi­ni gerektiren bilgilerdir. Bu tür bilgilerin elde edilişinde akıl belli ölçüler ve şartlarla fonksiyon icra eder.

İstidlal; daha önce bilinen ön bilgileri usulüne göre tertipleyerek, da­ha önce bilinmeyen yeni bilgilere, neticeye ulaşmaktır. Zihni hatadan ko­ruma, doğru ve sağlıklı düşünme yollarını araştıran ve öğreten Mantık il­mine göre, delil aramak, delil kullanmak, delile başvurmak demek olan, istidlal şekilleri üç türlüdür:



a) Ta'lil, Dedüksiyon, Tümdengelim : Genel ve külli kaziyyeler, öner­meler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmeğe ve böylece yeni ve cüz'î bir neticeye varmaya ta'lil, kıyas denir, Ta'lil, şartlarına uygun olarak ya­pılırsa kesinlik ifade eder. Ta'lilde esas, külliden cüz'îye intikaldir. Bili­nen iki önerme vasıtasıyla bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir netice, hüküm elde edilir. Örnek:

Bu âlem değişmeler halindedir.

Her değişmeler halinde olan şey hadistir.

O halde, bu âlem de hadistir.



b) İstikra, Endüksiyon, Tümevarım : Öze! ve cüz'î kaziyyeler, öner­meler vasıtasıyla genel ve küliî kaziyyelere, yani hükümlere varmaya iö' tikra denir. İstikrada esas; cüziden, özelden, külliye, genele ulaşmaktır. \

İstikra, bütün cüz'iyyata şâmil olursa ona "Tam İstikra" denir. Bu gn-

bi istikralar kesinlik ifade eder.

I İstikra, bazı cüz ve nevileri tetkikle yapılmışsa buna "Nakıs lstikral denir. Bu zan ifade eder, kesinlik ifade etmez. Tam istikra çok zor olduğundan müsbet ilimlerde daha ziyade nâkı istikra kullanılır. Bundan dolayı, müsbet ilimlerde elde edilen sonuçlar çoğu kez zannîdir, kesin değildir. Bunlar ihtimâli olup her an değişebilir. Pek çok ilmî nazariyenin zaman içinde tağyire uğrayıp değiştiği bilinmek: tedir. İstikraya örnek :

Demir, bakır, kalay, çelik... madendir.

Demir, bakır, kalay, çelik ısıyla uzar.

Sonuç: O halde, bütün madenler ısıyla uzar.

Bu istikrada bazı madenler için verilen hüküm, bütün madenlere teş­mil edilmiştir. Cüzlere verilen hüküm külle verilmiştir. Halbuki her zaman için hararetle uzamayan bir maden keşfolunabilir. O zaman bu hüküm değişir. Bu bakımdan varılan hüküm kesin olmayıp zannîdir.



c) Temsil, Analoji : Temsil; bir cüz'înin hükmünü diğer bir aüz'iye vermektir. Temsilde esas; çüz'iden cüz'iye intikaldir. Temsille istidlal yo­luyla elde edilen bilgi kesin olmayıp zannîdir. Temsile örnek:

Su bir sıvıdır, ısıyla buharlaşır. Zeytinyağı da bir sıvıdır. O halde, zeytinyağı da su gibi ısıyla buharlaşır.

Bu temsilde çüz'iden eüz'iye intikal edilerek su hakkındaki hüküm zeytinyağı hakkında da verilmektedir.

Netice olarak akıl, sözü edilen istidlal, akılyürütme yollarıyla, insanı bilgiye ulaştıran sebeplerdendir. Bu gerçek aşikârdır.

Mantık ilmi Ehl-i Sünnet âlimlerince kabul edilmeden önce ve hat­ta Mantık'ı ilk kuilanan sünnî mütefekkir İmam Gazzalî tarafından bazı Kelâmı İstidlal Yolları Vaz'edilmistİr:

A- Kadı Ebû Bekir Bâkillânî'nin (v. 403/1013) zikrettiği istidlal yblj Earmdan bazıları şöyjsdir:

1. İhtimâller içinden doğru olanın isbât edilmesi : İki veya daha faz­la şıkka ihtimali bulunan bir hususun bâtıl, yanlış ihtimallerinin yanlışlığını isbât etmek suretiyle doğru olarak kalan tek ihtimâlin kesinleşmesi. Mi­sâl: Bir şey, ya kadim, ya hadistir. Eğer hadis olduğu isbât edilirse, ka­dîm olma ihtimâli ortadan kalkar.

2. Bir şeyin sihhati ve fesadıyle benzeri bir şeyin sıhhat ve fesadına hükmetmek : Misâl: Aliah şimdiye kadar ölüleri diriltmiştir, bundan sonra da diriltir.

3. Mu'cize ile istidlal : Mu'cize, hem onu gösteren peygamberin, hem de o peygcmberin doğruluğunu haber verdiği diğer muhbirlerin hak ol­duğunu isbât eder.

B-Bantık ilmine dair eserler kaleme alan, Aristo mantığını ilk kul­lanan Sünnî Kelâm âlimi İmam Gazzâlî de el^İktîsad Fi'l-İ'tikad'da bazı kelâm? istidlal yollarından söz eder; 0, bu kelâmî istidlal ve isbât yollarını altı olarak özetlemiştir:

1. Hissiyat,

2. Bedihiyyât,

3. Mütevâtirât

4. Hissiyat, Bedihiyyât ve Mütevâtirattan birine dayanan Kıyas,

5. Sem'iyyât,

6. Muarızın kabul et­tiği hususlar. Bu altı yoldan en fazîa kullanılan, hissiyyât ile bedihiyyâttır.

1. Hissiyat : Dış ve iç duyularla idrak edilenler. Misâl: Her hadisin bir sebebi vardır.

Âlemde hadisler vardır.

O halde, onun da bir sebebi vardır, tarzında söylenen delilde "Âlem­de hadisler vardır" sözü, duyularla isbât edilebilir: İnsanın çevresi, hay­van, bitki gibi hadis varlıklar ve renk, ses gibi gelip geçen arazlarla do­ludur. Ayrıca iç duyularla elem, sevinç gibi hâdiselerin varlığı idrak edil­mektedir.

2. Bedihiyyât : Aşikâr aklî gerçekler olan bedihî delillerle de istidlal­de bulunulur. Misâl:

Hadisten önce var olmayan her şey hadistir. Âlem, hadisten önce var olmamıştır. O halde, o da hadistir.

Bu delide iki asıl vardır. Birincisinde hadisten önce var olmayan (ha­disi sebkat etmeyen) bir şey, ya hadisle beraber olacaktır veya ondan sonra bulunacaktır. Üçüncü bir ihtimâlin varlığını iddia eden, bedihî ola­nı inkâr etmiş olur. Delilin ikinci aslı da bedihîdir.

Kelâmda bunlar ve benzeri istidlal yollan, Mantık ilminin kabulünden sonra gelişme imkânı bulamamış ve kullanılmamıştır. 102



Akli Hükümler

Akıl, bir şeyin, bir ma'lumun vücud mefhumuyla münâsebeti hakkın­da üç türlü hüküm verebilir. Malûm hakkında aklın verebileceği hüküm üç hükmün dışında başka bir hüküm olamaz. Bunlar:



1. Vâcib,

2. Müm-kin veya caiz,

3. Muhal, müstahil veya mümteni.

1-VÂCİB : Zâtı varlığını gerektiren, vücudu zâtının muktezası o-lan, yokluğu aklen mümkün olmayan malumdur. Vâcib şu özellikleri ta­şır :

a) Vâcib varlığında başkasına muhtaç değildir.

b) Vacibin kendine mahsus özel bir vücudu vardır.

.c) Vacibin varlığına yokluk sebkat etmez, onun varlığının başlangıcı yoktur.

d) Vacibin varlığına yokluk arız olmaz, o ezelî ve ebedidir, kadimdir, bakidir.

e) Vâcib cüzlerden mürekkep değildir. Atomlardan, cevher ve araz­lardan, madde ve suretten teşekkül etmemiştir.

Sözü edilen özellik ve hükümlere sahip varlık, vâcib varlıktır, o da Allah'tır.



2 -MÜMKİN CAİZ : Ne varlığı, ne de yokluğu zâtının gereği olma­yan, zâtına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olan malumdur. Mümkin, varlığı da yokluğu da vâcib olmayan veya varlığı da yokluğu da muhal ol­mayan, varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan malum şeklinde de tarif edilir. Mümkinde şu özellikler bulunur:

a) Mümkin, bir sebeple, bir mucidle mevcud, var olur ve bir sebeple ma'dum, yok olur. Günkü zâtına nisbetle varlığı da yokluğu da müsavi­dir, ancak zâtından hariç bir sebeple var veya yok olabilir,

b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle birlikte aynı anda var olamaz. O mutlak surette sebebinden sonra bulunur. Hadisin mucidine, sebebin müsebbibine takaddümü caiz değildir. Mümkin, başlangıçta da, bekası müddetince de daima bir sebebe, bir müsebbibe muhtaçtır. Müm-kinin mucide ihtiyacının sebebi, imkândır. Çünkü mümkin, vücudunu ade­mine, varlığını yokluğuna tercih edecek bir müessire, bir müreccihe muh­taçtır. Allah'ın dışında bütün varlıklar mümkindir.

3-MUHAL ; Yokluğu zâtının muktezası olup, varlığım aklen tasav­vur etmek imkânsız olan şeydir. Misâl: Allah yoktur, dört sayısı tektir... gibi. Müstahil, mümteni de denilen muhalin özelliği, hiçbir suretle var ol­mamaktır, O, aklen var olan bir nesne gibi dahi tasavvur edilemez. Mu­halin zâtı, yani mefhumu daima yokluğunu iktiza eder, gerektirir. Adem, yokluk onun mâhiyyetin:İn lâzımıdır, gereğidir. 103

Haber

Haber, mana bakımından tam, kendisinde bir hüküm ve nisbet bulu­nan cümledir. Haber, doğruya, gerçeğe, yalana, yanlışa, sıdka ve kizbe ihtimali olan sözdür. Bilgi sebebi olan haber, doğru, sâdık haberdir.

Sâdık haber; vakıaya, hariçteki gerçeğe uygun olan haberdir. Bir ha­berin sadık, doğru haber olabilmesi için, onun geçmişte ve halde vakıa­ya mutabık olması gerekir.

Haber-i Sadık, hakikatin ifadesidir. Bu bakımdan o ilim sebebi kabul edilmiştir. Genel olarak haberin günümüzde ne büyük önem kazandığı çevremizde yaşanan olaylarda görülmektedir. Her gün sözlü ve yazılı iletişim araçlarının yayınladığı haberlerle hayatımız adeta içiçedir. Haya­tı haberden ayırmak güçleşmekte, hayatla haber dünyası sanki özdeşleş­mektedir.

Dini bilgilerin çoğu haber-i sâdık yoluyla elde edilmiştir. Dinin asılla­rı, Hz. Paygamber (S)in Allah'tan verdiği haberlere dayanır. Din, semi', nakil, haber yoluyla ilâhî kaynaktan haberi yolla insanlara tebliğ edilen sadık haberler mecmuasıdır.

Sâdık haber iki kısma ayrılır :



1, Mütevatır Haber.

2. Rasûlün Haberi.

1. Mütevatir Haber : Mütevatir haber, yalan üzerine birleşmeleri ak­len mümkün olmayan büyük bir topluluğun bildirdikleri haberlerdir. Böyle bir topluluğun belirli bir sayıda olmaları şart değildir.

Mütevatir haber, kesin bilgi ifade eder. Görülmeyen ve ulaşılmayan, şimdi ve tarihteki bir çok ülke ve şahıs hakkındaki haberler, mütevatir haberlerdir. Mütevatir haberle elde edilen bilgilerin doğruluğundan şüphe edilmez.

Mütevatir haberin;

a) Duyuya ve Müşahadeye dayanan, görülen ve işitilen şeylerden olması.

b) Aklen mümkün olup muhal olmaması gibi iki şartı vardır. Mütevatir haber akaid meselelerinde delil olarak kullanılır,

2. Rasûlün Haberi : Rasûiün haberi, peygamberliği mu'cize i!e sabit olan Rasûlün verdiği haberdir.

Rasûlün verdiği haber, mu'cize izharından önce zarurî bir bilgi olma­yıp nazarî istidlali bir bilgidir. Çünkü haber-i Resul ile hası! olan bilgi," Peygamberliği mu'cize ile sabit olan bir peygamberin haberi olduğu hu­susunu bilmeğe tevakkuf eder, dayanır. Ancak bundan sonra zarurî bil­gi ifade eder, hükmü daima sabit kalır. Bu takdirde haber-i rasûl, müşa­hede yoluyla sabit olan bilgiler gibi zarurî ilim ifade eder, kesin olur, zıd­dı olmaz, sabit olur, şüphe ile zail olmaz.

Peygamberin haberi, doğru ve gerçek bilgiye götüren ilim sebeple­rindendir. 104

Ilım Dereceleri

Yakîn, kesinlik ifade eden ilmin dereceleri üçtür: ,



1. İlrne'l-Yakîn : İlme'l-yakîn, aklın ve naklin, nazar ve haberii ifade ettiği ilimdir.

Akıl ve nakil daima birbirini destekler, aralarında asla ihtilâf bulun­maz, onlar birbirlerini nakzetmez, aralarında çelişki bulunmaz. Şayet çı­ralarında ihtilaf var gibi görülürse, bunun sebebi, ya akıl selim veya na­kil sahih değildir. Akıl sağlam, nakil açık olmazsa ihtilaf var gibi görü­lür.



2. Ayne'l-Yakîn : Selim duyu organlarının, müşahede ve tec­rübelerin bildirdiği bilgiler ayne'l-yakîn ifade eder.

Görülen ve hissedilen şey, verilen haberden daha çok ikna ve tat­min edicidir. Kişi gördüğü ve hissettiği şeye daha çok güven besler

«Verilen haber, görülen gibi değildir»

denmiştir. Haber, müşahede olunan gibi olamaz. Gerçi her ikisi de yakin ifade eder, ancak müşahedeye dayanan ayne'l-yakîn akla ve habere dayanan İlme'l-yakînden daha güven verici ve şüpheleri yok edicidir.

Hz. İbrahim'in ölülerin diriltilmesini görmek istemişi ayne'l-yakîne misâl verilir. 105

3. Hakka'l-Yakîn : Hakka'l-yakîn, kalb ile seçilen, bizzat du­yulan, basiretle müşahede olunan ve yaşanarak elde edilen bilgidir. Bir şeyin mâhiyet ve hakikati ancak hakka'l yakînle bilinebilir.

Tadmayan bilmez" denmiştir. Hakka'l-ya-

kîn mertebesinde bilinen şeyler, söz ile ifadesi güç durumlardır. Bu de­receye ulaşanlara Ehl-i Ma'rifet veya Ârifîn denir. Mutasavvıflar dilinde bu hale zevk-i vicdanî tabir olunur. 106

Metodlar

Metod, zihnin belirli bir sonuca ve hakikate ulaşmak için takip ede­ceği usuller, kaidelerdir. Metod kelimesinin karşılığı olarak Tarîk, Nahv, Usûl, Minhac, Menhec ve Yöntem kelimeleri kullanılmaktadır. Metod için şu tarif de geçerlidir: Doğru bir tefekkür vasıtasıyla neticeye ulaştıran şeydir.

Metod bahsi. Metodoloji, Usûi'e ayrılan bahislerde ele alınır. Kelâm ilminde ise başlıca iki metod vardır. Bunlar, nakli esas alan Dini Me­tod ile aklı esas alan Felsefî Metod'dur. 107

Dinî Metod

Din, Allah'ın insanların hayrı için gönderdiği ilâhî kanundur. Dinde gerçeği Allah'ın muradı oluşturur. Amaç dindeki Allah'ın muradını bulup ortaya çıkarmaktır. İslâm'da murad-ı ilâhiyi, yani hakkı bulup ortaya çı­karmada müslümanlar değişik görüşlere sahip olmuşlar, değişik metod-lar, usuller uygulamışlardır.

İlk müslümanlar, yani Selefe göre Murad-ı İlâhî, hak nakil ile bilinir ve o te'vil edilmez.

Kelâm âlimlerine göre, naklin yanında akla da yer verilir. Nazar ve istidlal İle hak, hakikat aranır. Onlar akla uymaz görünen nakli te'vil et­mişlerdir.

İslâm filozofları hakkı aramada felsefî kıyasa baş vurmuşlar, felsefe­yi esas alarak buna uymayan nakli te'vil etmişlerdir.

Mutasavvıflar, Murad-ı İlâhiyi bulmada keşfi metod olarak kabul et­mişler, onlar da naklin te'viline cevaz vermişlerdir. Ancak keşf ve ilham, kelâm âlimleri tarafından genel bir metod olarak kabul edilmemiş, bunun için keşif ve ilham sahibinin;



a) İlhamı evhamdan ayıracak kudrete sahip olması,

b) Keşif ve ilhamın kitap ve sünnete aykırı olmaması şartı kolmuş-tur. Bu şartlan haiz keşf ve ilhamın, sahipleri için delil ve ilim sebefi ola­bileceği kabul edilmiştir.

İslâm dairesinde bulunmakla birlikte, Ehl-i sünnet âlimlerince İslâm dışı kabul edilen İsmâiliyye, Batıniyys, Talimiyye v.b. fırkaların metod o-larak benimsedikleri "masum imamın ta'Iimi", ciddî bir usul, metod ola­rak değerlendirilmemiştir. 108



Dinî Metodun Tarihî Gelişimi :

Dinde hakikati araştırma usul ve yöntemi olarak kabul edilen dinî metod, zaman ve zemine göre değişiklikler ve gelişmeler göstermiştir.



a) Akaid ve Tevhid sahasında ilk araştırmaları yapan Tabiîn mezhep İmamları, büyük fakihler, muhaddislerden oluşan Selef nakle, yani Allah'ın kitabı Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in Sünnetine itimad etmişlerdir. Selefe göre Kitap ve Sünnetle istidlal esastır. Âyetler hiçbir suretle te'vü olunamaz. Çünkü sarih akıl, sahih nakle daima muvafıktır. Selef, âyette ve sahih hadiste varid olan her şeye - haberi sıfatlar ve müteşabihat da­hi! - teslimiyetle iman etmiştir.

Selefin takip ettiği dinî metodda zaman içerisinde değişiklik olmuş, akla önem verilmiştir. Selef akidesinin müteahhirîn temsilcilerinden olan İbn Teymiyye (v. 728/1328) sarih akıl ile sahih naklin asla çelişkili olmayacağını söylemiş, bu konuda "Muvafakatu Sarîhi'l-Ma'kul Li Sahihi'l-Menkûl" adlı eserini te'Iif etmiştir. Ona göre şayet akıl ile nakil arasında tearuz, tenakuz, çelişki varsa bu ya aklın sarih veya naklin sahih olmamasından dolayıdır.

Selef alimleri, gerek mütekaddimîn ve gerekse müteahhirîn olarak, Kur'an'da vaz' edilen İlâhî hakikatleri arayıp bulmak için nakle ağırlık veren bir metod benimsemişlerdir.

b) Selefin takibettiği metodun yanıbaşinda, onunla birlikte neşv-ü nema bulan, zamanla değişikliklere uğrayan zamanın ve zeminin ihtiya­cına göre gelişen bir de Kelâm metodundan bahsedilir. Kelâm meto­dunu i!k önce kullanan Mu'tezile mensupları olmuş, bunu Ehl-i Sünnet âlimleri tevarüs etmiş, onlardan atmıştır.

Kelâm metodunda da esas nakildir, Allah'ın, kelâmı Kur'an âyetleri­dir, ancak bu metodda akla da yer verilmiş, bazı zaman ve zeminlerde ak­la belki haddinden fazla itimad edilip değer verilmiştir. Eş'arî ve Matüri-dî ile birlikte doğan Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâmı'nın mütekaddimîn dönemin­de felsefeyle fazla ilgilenilmemiştir. Gazzalî'den sonraki müteahhirîn dev­rinde kelâmın felsefe ile olan münasebetinde artış görülür. Neticede ak­lın ağırlığı ve tesiri de fazlalaşmıştır.

Kelâm âlimlerince; his ve tecrübe, yani duyular, akıl ve istidlal, ha­ber ve vahy hakikati araştırmada bilgi vasıtalarıdır. Kelâmcı dînî akideri isbat ederken müsbet ilmin ve felsefenin tecrübe ve istidlal yollarından faydalanır, akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle isbat eder. Dinî akide­lerin kendisini teşkil eden "mesâil"in tesbitinde haber-i sâdik, vahy kul­lanılır. Bu akidelere mebde' teşkil eden vesilelere "Vesaire gelince, bun­lardan mahsusata, duyulur âleme ait olanlar için his, duyu; ma'kuiat, du yulur âlemin ötesi için de akıl kullanılır. Böylece kelâm bilginleri hem his, hem akıl, hem de naklin verilerine itimad eden geniş boyutlu bir me­todu benimsiyorlar.

Nakli esas kabul etmekle beraber akla da önem veren kelâm meto­du, aklı ilahiyat sahasında hataya düşmekten korur. Akıl, ilâhî tekliflerin vaki olması için ilk ve en önemli şarttır. Aklı olmayan dinen sorumlu ol-; madiği gibi, akılsızı beşerî kanunlar da sorumlu tutmaz. Akıl, hayır ilej! şerri, güze! ile çirkini, huşun İle kubuhu temyiz eder. Ancak akıl, dinin te-j mel kaidelerini, esaslarını, usûluddini, mesâil denilen dinin ana prensip-1lerini vazedernez, koyamaz. Ayrıca akıl, farz, helâl ve haram gibi ancak nassın tayin edeceği hususları da kendi başına belirleyemez. Aklın vâcib kılma, vücub yetkisi yoktur. Akıl, dinin tebliğ ettiklerini benimser. Böyle­ce akıi, nakli teyid eden, naklin getirdiği esas ve hükümlerin hikmetleri­ni anlayan bir vasıtadır. Bu itibarla akıl, vahyin irşadıyla hatadan korun-jj muş olur. 109



Felsefî Metod

Akıl ve muhakemeye, kişisel düşünce ve görüşe dayanan filozofla­rın takibettiği metoddur. İslâm tefekkür tarihinde el-Kindî, Farabî, İbn Sî-nâ ve İbn Rüşd tarafından özellikle benimsenmiş ve uygulanmıştır. İslâm filozofları için asıl, Eski Yunan Felsefesidir. Eflatun ve Aristo'nun görüş­leri, adı geçen İslâm Filozoflarınca esas kabul edilmiş, dinin temel kaide­leri onlara bağlı olarak te'vil edilmiştir. Oysa dinde aslolan vahydir, na­kildir, felsefede ise akıldır, filozofun şahsî düşüncesidir. Yunan felsefesi­ne bağlılıkları aşikâr olan islâm filozoflarının takibettiği metod, tarihin seyri içinde inkıraz bulmuş, onların yolunun ilahiyat sahasında zan ve tahminden öteye geçemediği anlaşılmıştır. Ancak tabiî ilimler ve teknik alanda faydalı ve değerli bilgiler ihtiva ettiği bir gerçektir.

Felsefî metodun belirgin özellikleri şunlardır:

1. Felsefî metodla elde edilen bilgiler ve varılan neticeler şahsidir, çelişkilidir, neticenin başlangıç noktası bizzat filozofun kendisidir. Bu bakımdan filozofun şahsî kudretinin izi görülür ve bir başka filozof tara­fından yıkılacak niteliktedir.

2. Felsefî sistemler değişiklik halinde olup daima birbirini takip birinin bittiği yerde diğeri başlar. Akıl dereceleri farklı olduğundan aklın] ortaya koyduğu sistemler de farklılık gösterir.

3. Felsefî metod, kâfi, tatminkâr değildir. Akıl, muhakeme, tecrübej müşahede dünyasında söz sahibi olduğundan eşyanın mâhiyetine nüfu; edemez. İnsan, kendi varlığını bile akıl yoluyla henüz tanımış değildir. Ak­la itibar eden filozofların tarih boyunca ve çağımızdaki ihtilafları herkes-f ce malûmdur.

4. Felsefî metod özeldir, genel değildir. Belli bir grup tarafından ta kibedilir. Fert ve toplum üzerindeki etkisi sınırlıdır. Sağlamlık ve güvenir lilik bakımından da yeterli değildir. Çünkü felsefe tarihi, birbirini nakze-j den, öncekini yalanlayan ve birbirlerine zıt fikirler ileri süren filozofların1 görüşleriyle doludur. Buna mukabi! aklı ihmal etmemekle birlikte vahyin! rehberliğinde yol alan Peygamberler, daima birbirlerini tasdik ederek in sanlığı hidayete, fazilete, üstün ahlâk ve iman esaslarına davet etmişle ve bunda daima zafere ulaşmışlar ve insanlığın ahlâklı, medenî bir top-j lum hayatına kavuşmasında en büyük payın sahibi olmuşlardır. 110

Kur'an-ı Kerim:


Selef, Kelâmcılar ve İslâm Filozofları, temelde Kur'an'ı anlamaya gi­den bir genel anlayışın sahibi olmuşlardır. Her birinin kullandığı metodj aslında Kur'an hakikatlerine vasıl olmak için benimsenmiştir. Kur'an kelâmullahtır. Bütün insanlığa, hitabeder, evrenseldir. İnsanı beden ve ruhj olarak kemâle erdirmek Kur'an'da asıl amaçtır.

İnsanlık İçin gerekli iman, amel ve ahlâk esasları Kur'an'da yer al­mıştır. Kur'an hisse, akla, kalbe hitabeder. Kur'an, insanlığı gerek fert ve gerekse toplum olarak hidayete sevkeden, onların refah ve saadetini sağ­layan, her türlü sosyal, ekonomik, idarî, hukukî, beşerî, medenî, ahlâkî düzeni temin gayesi güden ilâhî kanun ve mucizedir. İnsanın en fazla muhtaç olduğu akaid esaslarının doğru olarak tesbit ve tefsiri, ancak Kur'an'ın nassına, metnine bağlı kalınmakla mümkündür. Kur'an nassı esastır. Akıl bu nassı kabullenip anlamakla yükümlüdür. Selef, Kelâmcı­lar, İslâm Filozofları ve Mutasavvıfların metodları ve bıraktıkları eserler, Kur'an metnini anlamada ve yorumlamada büyük faydalar sağlar. Onlar asla ihmal edilemez, her biri İslâm akidesinin çağın insanına sunuluşun­da değerli kaynak vazifesi görür.

Kur'an'ın gerek muhtevası ve gerekse inanç esaslarını takdiminde kullandığı metod günümüz insanının takip ettiği ilmî metodlara asla aykırı değildir. Kur'an hakikatleri anlaşılmaya çalışılırken veya onlar yorumla­nırken modern ilmî anlayıştan mutlaka istifade edilecek, gerek sosyal, manevi ilimlere ve gerekse tabiî, müsbet ilimlerin verilerine başvurula­caktır. Sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, felsefe, antropoloji, arkeoloji v.b. sosyal ilimler ile fizik, kimya, biyoloji, astronomi v.b. tabii ve müsbet ilimler, Kur'an'ın vazettiği itikadî esaslara, Allah'ın zâtı ve sıfatlan, Nü­büvvet, Âhiret, insan ve hürriyeti gibi konulara açıklık getirmede büyük faydalar sağlayacaktır.

İslâm akaidini tarihte devrin ihtiyacına göre bir metod benimseye­rek, o gün revaçta olan ilimlerden istifade ederek, bazan nakli akıldan üstün, bazan aklı nakilden üstün gören, bunu sırf Kur'an metnini daha iyi anlayabilmek, orada gizli Murad-ı İlâhiyi, hakkı keşfedebilmek gayesiyle yapan gelmiş geçmiş âlimler ve düşünürlerin bıraktığı büyük mânevi mi­rastan ilham ve hız alarak, Hz. Peygamber'in fiilî, kavlî ve takriri sünne­tinin aydınlık yolunda Kur'an muhtevasını çağın insanına takdim gibi yü­ce görevi üstlenen Kelâm İlmi ve müntesipleri, çok yönlü bir araştırma metodu benimseyerek his, akıl, ilim ve haberi kullanmak, fen ye teknik alanlardan haberdar olmak mecburiyetindedirler. 111





Yüklə 1,19 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin