Emir ve nehiyde gözönünde bulundurulması gereken bazı esaslar; -
Marûf (iyi) ve Münker (kötü); Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre iyice bilinmeli, câhilâne bir şekilde, zannî olarak başına buyruk hareket edilmemelidir.
-
Niyet, kesinlikle Allâh’ın rızâsını talep ve insanların hayrını istemek olmalı, nefsi, hevâyı, arzu ve istekleri tatmîn etmek olmamalıdır.
-
İnsanların onurunu kıracak, şahsiyet ve gururlarını incitecek, toplum içerisinde enâniyetini harekete geçirecek tarzda hareket edilmemelidir.
-
Gerektiğinde ısrarla hareket edilmeli, ancak, muhataplar dîne ve dînin emirlerine alenen düşman olacakları ya da münâfıkça davranacakları konumlara getirilmemelidirler.
-
“Kaş yaparken göz çıkaran.” kimselerden olunmamalıdır.
-
Bazı emir ve nehiylerin ferdî olarak yerine getirilememesi halinde, gönüllü olarak cemaat, cemiyet, dernek vs. oluşturularak, bu görev örgütlü olarak yapılmalı, bu halde de temel esaslar ve espriler çiğnenmemelidir.
-
Kişi önce kendi nefsinden başlamalı, sonra sırasıyla ehli-ayâline, yakın akrabalarına, komşularına, tanıdıklarına ve nihayet tüm insanlara hitâp etmelidir.
Bu görev yerine getirilirken, şahsına gelebilecek her türlü yıldırma, kınama, eziyet ve zorluklara göğüs gerilmeli, haksız yere yapılan kınama ve saldırılara aldırış edilmemeli, kimseye yaranmaya çalışılmamalıdır.
Ehl-i Kur’ân’ın İmâmı Cafer Sâdık’ın @; “İnsanları dilinizle değil, yaşantınızla hakka çağırınız.”392[392] buyruğu aslâ ihmâl edilmemelidir.393[393]
Emr-i bil Marûf ve Nehy-i anil Münker’i yapmak Hüseynî olmaktır.
HAK ÖNDERLERİNDEN @ ÖZDEYİŞLER
Yoluna canlar fedâ olsun! Resûlullâh @ buyurdular; “İnsanlar iyilik ve takvâda yardımlaştıkları, emr-i bil marûf ve nehy-i anil münkeri yaptıkları müddetçe hayır üzere olurlar. Ne zaman ki bunları terkederler, onlardan bereket giderilir, bir kısmı bir kısmına musallat olur. O zamanda, onlara ne yerden ne de gökten yardımcı bulunmaz.”394[394]
Velâyet ehlinin Hünkârı, İmâm Ali @ buyurdular; “Kim, kötülüğü kalbi, eli ve dili ile inkâr etmezse (gücü yettiğince önlemeye çalışmazsa), o kimse, diriler arasındaki bir ölüdür.”395[395]
İmâm Muhammed Bâkır @ buyurdu; “... Muhakkak ki emr-i bil marûf ve nehy-i anil münker; Nebîlerin yolu, sâlihlerin minhâcı ve kendisi ile ilâhî emir ve yasakların uygulandığı, din ve dünyâ işlerinin yoluna girdiği büyük bir farzdır...”396[396]
İmâm Cafer Sâdık @ buyurdular; “Emr-i bil marûf ve nehy-i anil münkeri yaparak Allâh’ın dînini gereği gibi uygulamayan topluma yazıklar olsun!”397[397]
Yine İmâm Cafer Sâdık’a @; “...kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz...” [Tahrim (66): 6] âyeti hakkında sorulduğunda, İmâm @ buyurdular; “ Ehlinize iyiliği emrederek, kötülükten de nehyederek onları ateşten koruyabilirsiniz.”398[398]
İmâm Cafer Sâdık’ın @ naklettiğine göre, Resûlullâh efendimiz @ ashâbına şöyle buyurdular; “Kadınlarınız fesâda düşer, gençleriniz de hak yoldan saparlar ve siz de onlara iyiliği emretmeyip, onları kötülükten alıkoymadığınızda hâliniz nice olur?” Soruldu ki: “Böyle bir şey olacak mı ey Allâh’ın Resûlü?” Peygamberimiz @ buyurdular; “Evet. Hattâ bundan da kötüsü olacak. Sizler kötülüğü emrettiğiniz ve iyilikten de nehyettiğinizde hâliniz nice olur?” Denildi ki; “Buda mı olacak ya Resûlallâh?” Resûlullâh @ buyurdular; “Evet. Bundan daha kötüsü de olacak. Kötüyü iyi, iyiyi de kötü olarak bilip kabul etti mi hâliniz nice olur?”399[399]
Hakkı yaşayan, Hak için de çalışır.
YALAN-NİFÂK VE TAKIYYE
Yalan; Hakîkate muhâlif olarak konuşmak, yazmak, nakletmek ve beyânda bulunmaktır.
Özü itibariyle yalan; bütün dinlerin, özellikle de İslam’ın şiddetle yasakladığı, kutlu Peygamberin @ lisânıyla da “imân ile bir arada bulunamayacağının” belirtildiği günah bir davranıştır.
Kur’ân’ın mutahhar âyetlerinde ve Ehl-i Beyt’in @ sahih hadislerinde ifade edilmiştir ki; Allâh adına yalan düzmek, Resûlullâh @ ve diğer Masûmlar @ adına yalan uydurmak, îmâna taban tabana zıt ve kâfirlikten doğabilecek bir haldir. Allâh adına yalan uydurmanın ne tür bir cürüm olduğuna dikkat çeken onlarca âyetten birisinde meâlen Yüce Allâh buyurur ki; “...Allâh adına yalan uyduranlar iflâh olmazlar.” [Nahl (16): 116] Nûr yolunun sönmez kandili Hz. Muhammed de @ “Kim benim adıma yalan konuşursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.” 400[400] îkâzını ümmetine fermân eylemişlerdir.
Yalan; Hem toplumu felâkete götüren bir hastalık, hem insanlar arasındaki güveni yok edici bir belâ ve hem de dostluk ve kardeşliği zedeleyen bir iç düşmandır.
Yalanın bu kötü yanlarının yanında, bir parça da olsa, hadîs-i şerifler ve akl-ı selîme göre konuşulmasında mahzûr bulunmayan ve hatta gerekli olan bir kaç yalan(!) türleri de vardır ki, bunlardan bazıları;
●İki kişi arasını bulmak ve bu arada kimseye zarar vermeyecek şekilde uydurulan yalanlar.
●Âile arasındaki sorunları vs. gidermeye yönelik zararsız yalanlar.
●Fiilî bir savaşta düşmana karşı konuşulan yalanlar...vs.401[401]
Nifak; İçinin negatif halini dıştan pozitif olarak göstermek, îmansızlığı zâhirde îmânlılık gibi arz etmek, içi-dışı farklı olmaktır. Kâfirliğin, îmân giysisi içinde arz-ı endâm etmesidir.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetlerinde nifak içerisinde olanların kötü akîbetlerine dikkat çekilmiş, bu manadaki ilâhî bir kelamda şöyle buyurulmuştur; “Doğrusu münâfıklar ateşin (Cehennemin) en aşağı tabakasındadırlar...” [Nisâ (4): 145]
Peygamber efendimiz @ de bir hadîs-i şeriflerinde; “...Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, emânete hıyânet eder.”402[402] buyurmuşlardır.
TAKIYYE
Takıyye; Kelime anlamı olarak, korumak, korunmak, gizlenmek, çekinmek, vs. gibi manalara gelir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt öğretilerinde ise, canın, malın, namusun, inancın vs. korunması ve muhâfazası için gerektiğinde, kalben bir değişiklik olmadığı halde zâhiren inandığına aykırı bir görüntü sergilemektir.
Kur’ân’da takıyye var mıdır? Takıyye İslâmî bir olgu mudur? Yoksa fıtrî bir davranış mıdır? Takıyye bir mezhebe özgü müdür? Bazılarının iddia ettiği gibi, takıyye sadece Şîi inancında mı vardır? Takıyyeyi yalnızca Şîa-Alevî inancıyla ilişkilendirmek gerçekçi bir yaklaşım mıdır? Neden tarih boyunca Şîi Müslüman’lar Takıyyeyle bu denli içli-dışlı olmuşlardır? Anadolu’daki Alevîler yüzyıllardır “sır” kavramını takıyyeye karşılık olarak mı kullanmışlardır? Takıyyeye baş vurmak ayıp ve günah mıdır? Takıyye yapan kimse mi yanlış yapmaktadır, insanları takıyye yapmak zorunda bırakanlar mı yanlış yapmaktadırlar? İnanç ve inandığın şekilde yaşama özgürlüğünün dört dörtlük sağlandığı bir dünyâda takıyye ne anlam ifâde eder? Kısaca bunları cevaplamaya çalışalım.
Takıyye Kur’ân’da açık ve sarih olarak şu iki âyette vücûd bulmaktadır:
Meâlen yüce Allâh buyurur ki; “Müminler, inananları bırakıp kâfirleri dostlar (velîler) edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allâh ile bir bağı kalmaz. Ancak, onlardan (gelebilecek bir tehlikeye karşı) korunmanız (takıyye yapmanız) müstesnâdır...” [Âl-i İmrân (3): 28]
“İnandıktan sonra, kalbi îmânla dopdolu olduğu halde, zorlama-baskı sebebiyle Allâh’ı inkâr eden değil, (Bunlar kınanmaz ve ilâhî cezâyı hak etmezler.) ancak, (îmân ettikten sonra) isteyerek kâfirliği geri benimseyenler var ya, o kimselere Allâh’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azâp vardır.” [Nahl (16): 106]403[403]
Bütün Sünnî ve Alevî inananların ittifâkıyla sâbittir ki, bu ayetler Ammâr b. Yâsir’in (r.a) ve benzerlerinin, îmânsızlardan gördüğü baskı neticesinde kalpten değil ama, görünüşte îmân ve inancından döndüğünü ifâde etmesi üzerine nâzil olmuştur. Yüce Allâh âyetten de anlaşıldığı üzere, böylesi durumlarda nasıl bir tavır takınılacağının “çekirdek mesajını” vermiş, Peygamber @ ve O’nun hak vârisleri olan İmâmlarımız da @ bu çekirdek mesâjın farklı ortamlarda nasıl filizlendiğini, hangi ölçülerde ne tür bir meyve verdiğini pratikleriyle ortaya koymuşlardır.
Nasıl ki, cihâd, emri bil marûf-nehyi anil münker, tevellâ-teberrâ, abdest, namaz, oruç vb. bazı ibâdetlerle ilgili ayrıntılı hükümlerin temeli genel olarak Kur’ân’da zikredilmiş, ayrıntıları ise Peygamberimiz tarafından ortaya konulmuş, zaman ve mekan farklılığından kaynaklanan bazı yeni görüşler de zamanla Peygamberin @ vârisleri tarafından açıklanmışsa, takıyyeye de Kur’ân’da böylece deyinilmiş, kendilerinden yalan sadır olmayan güvenilir Önderlerimiz de @ konuyu zaman içerisinde sistemleştirerek yaşatmışlardır.
Takıyyeyle ilgili olarak Ehl-i Beyt İmâmlarından @ nakledilen nurlu sözlerden bir kaçı şöyledir;
İmâm Muhammed Bâkır @ buyurdular; “Takıyye benim yolumdur, ceddimin yoludur. Takıyyesi olmayanın îmânı da olmaz.”404[404]
Yine Muhammed Bâkır @ hazretlerinden nakledilmiştir. Buyurdular ki; “ Zarûret hâsıl oldukça takıyye yapılır. Nerede, ne zaman, ne ölçüde takıyye yapılması gerektiğini her insanın kendisi en iyi bilir.”405[405]
İmâm Cafer Sâdık @ da; “Takıyye müminin kalkanı, takıyye müminin sığınağıdır. Takıyyesi olmayan îmânını koruyamaz...” buyurmuşlardır.406[406]
Evet...Takıyyeyi, takıyye âyetlerinin iniş sebebi olan Ammâr (r.a) hazretlerinin davranış ölçüleri içerisine hapsetmek, İslâm’ın evrensel, zaman ve mekanüstü anlayışıyla bağdaşmaz. Böyle bir anlayış esasında İslâm’ın hakîkatlerinin doğru anlaşılmadığını da ortaya koyar.
Kısaca;
Takıyye; Tedrîci bir tebliğdir.
Takıyye; Tedrîci bir emir ve nehiydir.
Takıyye; Îmân ve inançtır.
Takıyye; Savaşta hîledir.
Takıyye; Savunmadır.
Takıyye; Korunmadır.
Takıyye; Emniyettir.
Takıyye; Kalkandır.
Takıyye; Taktikdir.
Takıyye; Metotdur.
Takıyye; Barıştır.
Takıyye; Islahtır.
Takıyye; Zırhtır.
Takıyye; Takvâdır.
Takıyyeli olmak; Îmânlı kalmaya çalışmaktır.
Takıyyeli olmak; Mevcûdu değil, Hakkı onaylamaktır.
Takıyyeli olmak; Mazlûmu zâlime yem etmemektir.
Takıyyeli olmak; Mücâdeleden vazgeçmemektir.
Takıyyeli olmak; Gerektiğinde sipere girmektir.
Takıyyeli olmak; Yüce maslahatları korumaktır.
Takıyyeli olmak; Gelecekten ümitli olmaktır.
Takıyyeli olmak; Ülkülü ve ilkeli olmaktır.
Takıyyeli olmak; Zulme set çekmektir.
Takıyyeli olmak; Sabrı kuşanmaktır.
Takıyyeli olmak; Uyanık kalmaktır.
Takıyyeli olmak; İdealist olmaktır.
Takıyyeli olmak; Adam olmaktır, insan olmaktır, akıllı olmaktır... ve’s selâm.
“ Ülküsü olanın takıyye lehine,
Ülküsü olmayanın takıyye neyine!”
Peki; takıyye Müslüman olmanın bir sonucu mu, insan olmanın bir sonucu mudur? Her insan gerekli gördüğünde adını koymadığı ama uygulamada takıyye olan tavırlar sergiler mi?
Eğer, bir düzen zulüm ve haksızlık üzerine kurulmuşsa,
Eğer, insanlar söylem ve eylemlerini net ve doğru kabul ettikleri şekilde mertçe ortaya koyma emniyetinden mahrumsa,
Eğer, insanlar hâkim güçler tarafından bir tornadan çıkmışçasına yetiştirilmek isteniyorsa,
Eğer, farklı düşünce ve davranışlar hoşgörüyle karşılanmıyorsa,
Eğer, insanlar bir şeyleri zor, baskı ve kanun gücüyle yapmaya zorlanıyorlarsa,
Bilinmelidir ki takıyye olmaya devam edecek, dava erleri takıyye silâhını kuşanarak yoluna-yordamına uygun bir şekilde yanlış kabul ettiklerini düzeltmeye çalışacaklardır.
Zulüm ve baskı zirvede olduğu müddetçe, takıyye de zirvede olacak, zulüm sıfır noktaya çekildiğinde, takıyye de sıfırlanmış olacaktır.
Takıyye, insan olayıyla bağlantılı ise, neden konu özellikle Şîî-Alevî yol ve anlayışıyla ilintilendiriliyor?
Apaçık bir gerçektir ki; takıyye mana ve mâhiyet olarak her toplumda vardır. Meselâ; “Köprüyü geçene kadar ....... dayı diyeceksin!” gibi bir ifâde ne anlama geliyor? Üstelik de argoca, fıkıhsız, sınırsız, başına buyruk bir uygulama ile ortaya seriliyor.
Kur’ân’la içli-dışlı olan kimseler, herkesin yapa geldikleri ama Kur’ân içerikli bir kavram kullanmadıkları şeyleri, Kur’ân’ın kavramlarıyla ifâde etmişlerdir. İşte Şîî-Alevî Müslüman’ların kabahati(!) Kur’ânsal bir gerçeği örtbas etmemeleri, zâlimleri çatlatırcasına Kur’ân eksenli düşünme ve yaşamaları, diktatör yönetimlerle hak uğrunda, adâlet uğrunda, özgürlük uğrunda, mazlumların yanında takıyye silâhını da kuşanarak mücâdeleye devam etmeleridir.
Elbette Ehl-i Beyt yolunun târihi takıyyeler târihi değildir. Ehl-i Beyt’in kutlu önderlerinin şanlı kıyamları, Alevî-Şîa erlerinin haklı başkaldırıları gözler önündedir. Her İmâm @, döneminde ihtiyaç duyulduğu ölçüde takıyyeye sarılmış, gerektiğinde de varını-yoğunu ortaya koymaktan çekinmemiştir.
Ehl-i Beyt’in ak yolunu, yalnızca takıyye yolu olarak lanse edenler ve bu konuda Hak yolun yolcularını kınayanlar, farkına varmadan bazı şeyleri itirâf etmiş olmaktadırlar. O da; ya hiç haksızlığa karşı olmadıkları, ya da sürekli olarak haksızlardan yana oldukları, dolayısıyla takıyyeye ihtiyaç duymadıklarıdır.
Şunu da söyleyelim ki; Şîa-Alevî canlar takıyyeye baş vururlarken zaman zaman ölçüyü kaçırmışlar, olmadık zaman ve mekanda da bunu kullanmışlardır. Bu da insan gerçeğinin ayrı bir boyutudur. Zaten ifrat ve tefrit hangi konuda olmamış ki?
Ehl-i Beyt yolunda takıyye duruma göre; yapılması farz olan takıyye, vâcip takıyye, câiz takıyye, mekruh ve haram takıyye gibi bölümlerde ele alınır. Her Müslüman içinde bulunduğu ortamın gidişâtına göre bu takıyye uygulamalarından münâsip olanını davranış hâlinde sergileyebilir.
Gönül her zaman şundan yanadır; İnsanlar her görüş ve düşünceye karşı açık, hoş görülü, birbirlerini dinleyen ve anlayan, gereksiz tabuları olmayan kimseler olsunlar ki kimse kimseye karşı takıyye yapmasın. Fakat, gerçekçi olmakta da fayda var, böyle bir ortam ne geçmişte, ne günümüzde olmuş ne de gelecekte olacağa benziyor.407[407]
Son olarak diyoruz ki;
Temelini Kur’ân’ın ve Peygamber’in @ attığı, binasını da Ehl-i Beyt İmâmlarının @ yükselttiği takıyyeyi, yasaklanmış yalan, nifak ve ikiyüzlülükle karıştıranlar, ya ilim öğrenip cehâletlerini gidersinler, ya da sussunlar da kimse onların câhilliğini fark etmesin.
Takıyyesiz bir dünya arzu edenler,
Önce gereksiz tabularına “L” çeksinler.
TEVELLÂ VE TEBERRÂ
Bütün din ve mezheplerde var olan, ancak adı konulmamış gerçeklerden biri de tevellâ ve teberrâ’dır.
Tevellâ; Kelime anlamı olarak; müsbet manada; dost olmak, velî edinmek, muhabbet duymak, sevmek, sevgiyi izhâr etmek, vb. anlamlara gelir.
Kur’ân’da bu kelime yukarıda belirttiğimiz anlamlarda kullanıldığı gibi; “Kim Allâh’ı O’nun elçisini ve müminleri velî edinirse (bilsin ki) gâlip gelecek olanlar, yalnız Allâh’ın taraftarlarıdır. (Hizbullâhtır.)” [Mâide (5): 56] vb. gibi. ayrıca menfi bir manada olmak üzere; yüz çevirmek, kabul etmemek, geri durmak, uzak kalmak gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.
“Bunun ardından yüz çeviren var ya, işte onlar fâsık olanlardır.” [Âl-i İmrân (3): 82] vb. gibi.408[408]
Ehl-i Beyt yolunun diğer yollardan ayrılan en bâriz özelliklerinden birisi hiç şüphesiz ki Kur’ân ile içli-dışlı olması, kabullerini ve redlerini Kur’ân ölçüsü içerisinde yapması ve bu konuda da hiç kimsenin kınamasından çekinmemesidir.
Teberrâ; Kelime anlamı olarak; uzak durmak, reddetmek, berî olmak, kabullenmemek, kalbî ilişkiyi kesmek, vs. gibi manalara gelir.
Bu kelime de Kur’ân’da bir çok âyette geçmekte ve müminlere bazı ölçüler vermektedir.
“... Fakat onun (İbrâhîm @’in babalığının) Allâh düşmanı olduğu belli olunca (İbrâhîm @) ondan uzak durdu (teberrâ etti)...” [Tevbe (9): 114] vb. gibi.409[409]
Kur’ân’da açık ve seçik olarak yer alan bu gerçeğe her halde aklı başındaki hiç bir Müslüman itiraz etmez. Bazı mezhebî kaygılar ve bağnazlıklarla bir hakîkatin reddedilmesi ne insanlığa sığar ve ne de İslâmlığa sığar.
Ebû Hanîfe (r.h)’ye talebelerinden birisi velâyet (tevellâ) ve berâetin (teberrâ) açıklamasını sorduklarında buyurdular ki; “Velâyet; iyi amelden dolayı hoşnutluk, berâet de; kötü amelden dolayı hoşnutsuzluk demektir. Her ikisi de bazen bir insanda birleşebilir, bazen de birleşmezler. İyi ve kötü işler işleyen bir mümine yaptığı iyi işlerde muvâfakat eder ve onu seversin, işlediği kötü şeylerden dolayı da ona muhâlefet eder, ayrılır ve sevmezsin. Bu, sorduğun Velâyet ve berâetin bir kimsede birleşmesinin misâlidir. Kâfir olan, kendisinde iyi bir durum bulunmayan kimseye de buğzeder ve bütün kötülüklerinde kendisinden ayrılırsın. Dâima sevdiğin ve hiç bir davranışından hoşnutsuzluk duymadığın kimse ise bütün iyi şeyleri işleyen ve kötü şeylerden sakınan mümin kimsedir. Sen onun her husûsiyetini sever, hiç bir şeyinden hoşnutsuzluk duymazsın.”410[410]
Velâyet ve berâet İslâm’ın ulvî hakîkatlerindendir.
İşin dînî ve mektebî boyutunu bir kenara bırakalım:
Yeryüzünde bir fert gösterilebilir mi ki, kalben bir kişiye aynı anda hem dost olsun ve hem de düşman olsun?
Yine bir kimse gösterilebilir mi ki, hakka da, bâtıla da muhabbet beslesin? Ya da hakka gönül vermiş olup da bâtıldan nefret etmesin?
Eğer böyle bir kimsenin var olduğu müşâhede edilirse, bilinsin ki; o kimse ya bir delidir, ya hak-bâtıl ölçüm terâzisinin dingilinde bir ayarsızlık vardır, ya da günübirlik yaşamı kendine yol seçmiş menfaatperest bir kimsedir.
Ehl-i Beyt öğretilerindeki tevellâ ve teberrânın içeriği bazılarının sandığı gibi mezhebî değil, insanî ve İslâmîdir.
Sevgili Peygamberimiz @ buyurdular; “...Îmânın en sağlam esası, Allâh için sevmek, Allâh için buğzetmek, Allâh’ın velilerine tevellâ, Allâh’ın düşmanlarından da teberrâdır.”411[411]
İmâm Ali @ buyurdular; “...Allâh için sevmek, Allâh için buğz etmek îmânın erkânındandır...”412[412]
Muhammedî yolun kılavuzlarından İmâm Muhammed Bâkır @ buyurdular; “Îmân; sevgi ve buğzdan ibarettir.”413[413] (Hakka ve taraftarlarına sevgi, bâtıla ve taraftarlarına da buğz-nefret.)
Velâyetine bağlanmak, dost olmak, sevmek, bağlı kalmak gibi manalarda tevellâ;
İslâm’a tevellâ etmek.
Kur’ân’a tevellâ etmek.
Peygamber efendimize @ tevellâ etmek.
Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya @ tevellâ etmek.
Seçkin Sahâbîlere ® tevellâ etmek.
Adâlete tevellâ etmek.
Hak olan her şeye tevellâ etmek, şeklinde tecellî etmektedir ve etmelidir de.
Ve yine teberrâ da;
Küfürden, şirkten teberrâ.
Kur’ân karşıtı her şeyden teberrâ.
Peygamberlerin ve peygamberimizin @ düşmanlarından teberrâ.
Resûlullâh’ın @ Ehl-i Beyt’inin @ düşmanlarından teberrâ.
Hakperest sahabîlerin ® düşmanlarından teberrâ.
Zulümden teberrâ.
Bâtıl ve bâtıl taraftarlarından teberrâ etmek şeklinde olmuş ve olmalıdır da.
Yoksa siz;
Kur’ân’ın ahkâmına tevellâ ederken, beşerî ahkamlardan teberrî etmiyor musunuz?
Allâh’a tevella ederken, şeytândan teberrî etmiyor musunuz?
Hâbil’e ® tevellâ ederken, Kâbil’den teberrî etmiyor musunuz?
İbrâhîm’e @ tevellâ ederken, Nemrut’tan teberrî etmiyor musunuz?
Mûsa’ya @ tevellâ ederken, Firavun’dan teberrî etmiyor musunuz?
Îsâ’ya @ tevellâ ederken, düşmanlarından teberrî etmiyor musunuz?
Muhammed’e @ tevellâ ederken, Ebû Leheb’ten teberrî etmiyor musunuz?
Ali’ye @ tevellâ ederken, ona sebb edenlerden-lanet edenlerden teberrî etmiyor musunuz?
Hasan’a @ tevellâ ederken, onu şehît edenlerden teberrî etmiyor musunuz?
İmâm Hüseyin’e @ tevellâ ederken, kâtillerinden teberrî etmiyor musunuz?
Bütün Ehl-i Beyt’in seçkin sîmâlarına tevellâ ederken, onları zindanlarda, darağaçlarında işkenceye tâbî tutanlardan teberrî etmiyor musunuz?
Bugün de Hak yola baş koymuş âşıklara tevellâ ederken, onlara dünyada yaşamı zindana çeviren, yerli ve yabancı, bölgesel ve evrensel kan içici İslâm düşmanı güçlerden teberrî etmiyor musunuz?
İmâm Mehdî’ye @ tevellâ ederken, Süfyân’dan, Deccâl’den ve Süfyânîlerden teberrâ-teberrî etmiyor musunuz?
Ehl-i Beyt’in parlak yolu biz bağlılarına işte bu tür bir tevellâ ve teberrâyı öğretmiş, Îmân ile küfrün ayrışmasını sağlamış, hak ile bâtılın tanınamaz bir şekilde birbiriyle kaynaşmasını önlemiştir.
Ey hak ve adâlet ehli kardeşim!
Esâsen bizler Kelime-i Tevhîd’i getirdiğimizde, oradaki “La” kılıcı ile; küfür-şirk, zulüm-cevr ve ilâhî olmayan her şeye “hayır” demekle, bir nevi teberrâ eylemini başlatmış, ve yine “illâ” ile de tevellânın temelini atmış bulunmaktayız.
Lâ ilâhe İlla Allâh.
Lâ ilâhe İllallâh
Dostları ilə paylaş: |