Lem'i Atlının üfûlündeıı az evvel R, E. Koçuya gönderdiği mektu»
ATLI (Lem'i)
— 1311 —
bir tavrı letafetle yegânei zaman idi. Onun kıymetinde tek okuyucu yetişmedi» diyor. Lem'i Atlrnm sanat hayatında unutamadığı bir masum hatıra da sudur: Bir yaz, Sarıyer -de misafir bulunduğu tanburî Resid Mollanın evinden bir brıçka ile Sultansuyuna gidiyorlarmış... Yolda bir başka araba içkide ifetad Aziz Dedeye rastlamışlar... Dede, o sihirli neyi ile bir segah taksimi yapıyormuş... Lem'i Bey de sesle mukabelede bulunmuş... Dede mestolmuş... Her gittiği yerde bir vesile bulur, Sultansuyu yolunda neyine yoldaş olan o sesin sihir ve füsunundan bahsedermiş... Lem'i Atlı, besteleri içinde en çok:
İydini tebrik için ey gül izar Pâyine yüz sürdü sultanı bahar Ağzını öpsün hezan nağmebâr Nahli ömrün böyle olsun payidar
şarkısını severdi.
Lem'i Atlının en çok sevdiği bestesi (Güfte ve nota kendi el yazısıdır)
İSTANBUL
— 1310 —
Lem'i Atlı 1945 yılı kasım ayının 24 - 25 inci gecesi vefat etti, İçerenköy kabristanına defnolundu.
Lem'i Atlı, ufulünden az evvel, Reşad Ekrem Koçu'ya şu mektubu göndermişti:
Muhterem Beyim!
istanbul Ansiklopedisine dercolunmak üzere arzu-yi lûtufkârmıza tebean takdim eylediğim tercümei-hal yazılarımdaki malûmatın daha mufassal ve şümullü bir sureti iktisab etmiş bulunması hakkındaki dilhâhımzı Tanburî Fahri Bey ağzından kaçırdı. Bu emelinizin pek beca olduğunu ve yazılarımda yarım asır evvelki musiki âlimlerine, musiki hocalarına, meşhur calici ve okuyuculara dair malûmat vermek ve bâzı vekayii tezkâr ile intibaımı bildirmek suretiyle muhakemeli bir kalem cereyanı lüzumunu derpiş ile keyfiyeti zatı âlilerine» bildirib eğer vakit müsait ise mütekaddim yazılarımı iade ettiğiniz takdirde mes'ulünüzün is'afına cehdü ikdam etmeği bir vecibe addedeceğimi arzetmek üzere iken gripal bir kan hücumu ile müterafik karaciğerin büyümesi ile kalb tazyiki teşhisiyle yatağa düşerek bugün kırk besinci gündür hastalığın tehlikesini atlattık diyebiliyoruz. Bir iki .gündenberi dostlarıma öteberi yazabiliyorum. Hulâsai mâruz've meramım hazretim! Eğer bâlâda arzettiğim tamamlama keyfiyeti lâzım ve vakti zamanı müsait ise Fahri Bey oğlumla emir ve irsal buyurulduğu takdirde iki gün içinde takdim ve iade ederim.
Tabibi müdavim meşhur dahiliye hastalıkları mütehassıslarından Ömer Edib Ürer, Reşad Ekrem Koçu'nun baba dostu ve aile doktoru bir necib simadır; B.: Ürer, Ömer Edib) ile Suadiye komşularımızı korkutan bu hastalıktan inayeti ilâhiyeye dayanan bir hazikane tedavi sayesinde kurtuluşumdan birçok ehibbanın bihaber kalmaları hasebiyle şahsıma ma'tuf kâzib bir şöhret ve nezdi âlilerinde kazanmış oldu- . ğum teveccüh ve kornetten cesaret alarak iadei afiyetimin matbuatın bir iki satırlık bir kösesine sıkıştırılmak suretiyle mümkün ise delâleti kerimanelerini istirham eder ve her türlü emirlerinize intizar eylerim muhterem beyim.
31.3.345 •. Lem'i Atlı
Suadiye - Şaşknbakkal
Küçükağa Sokak No. 6
Üstadın emirleri üzerine: «Musi-mizin büyük kıymetlerinden Lem'i Atlı, kırk beş gündenberi geçirmekte bulunduğu ağır bir hastalığın tehlikeli anlarını atlatmış ve nekahet devrine girer dostlar*,iyle mektuplaşmağa başlamıştır. Bu hayırlı haberi kendisini sevenlere bildirmekle büyük zevk duyar ve üstada uzun ömürler
ANSİKLOPEDİSİ
dileriz» suretinde bir kaleme alınmış ve İstan-'bulun en büyük günlük gezetelerinden birinin şahsen sevdiğimiz ve hürmet ettiğimiz yazıişleri müdürüne neşri ricasını iblâğ eden bir mektupla beraber gönderilmişti. Bu bend maalesef nesredilmemiştir. Yegâne tesellimiz, uzak dahi olsa, mektubumuzun, muhatabının eline geçmemiş olması ihtimalidir.
T. Yılmaz Öztuna, İstanbul Ansiklopedisine gönderdiği bir notta, Lem'i Atlı hakkında şu kıymet hükümlerini veriyor:
«Lem'i Atlı, musikimizin yalnız şarkı fces-teliyen yedi büyük üstadından biri ve sonuncusudur (diğer altısı: Tanburî Âşık Mustafa Çavuş, Hacı Arif Bey, Başmüezzin Rifat Bey, Şevki Bey, Şemseddin Ziya Bey ve Mehmed Rahmi Beydir). Lem'i Atlı'nın birçok beste ve semaisi varsa da bunlar, büyük üstadlarm bu şekillerde meydana getirdikleri parçalardan çok aşağı bir kıymettedir. Onun için, Lem'i Atlı'yı yalnız şarkı bestekârı olarak kabul edip incelemek icabetmektedir. Notaları basılmış olan şarkıları çoktur; fakat her zaman yaşayacak ve söylenecek kıymette olanları, 30 kadar parçadan ibarettir Lem'i Atlı cidden itiraf etmek lâzımdır ki, — birçok bestekârlarımıza nazaran — öz 'besteler veren, kemiyete değil keyfiyete bakan bir sanatkârdır».
Şark musikisi üzerinde salâhiyetle söz sahibi olan T. Y. Öztuna, büyük bestekârın lâ-yemut eserleri arasında şu şarkıları kaydediyor:
1) Hicaz şarkı: Sineyi suzanıma ahım yeter; 2) Hicaz şarkı: Ates-i suzanım... 3) Hicaz şarkı: Hastayım, yalnızım; 4) Hicaz şarkı: Sorulmasın bana ye'sim, garîki hicranını; 5) Hicaz şarkı: Severim her güzeli, senden eser-d:r diyerek: 8) Uşşak şarki: Seni (?); 7) Uşşak şarkı: Neler çektim neler canan elinden; 8) Uşşak şarkı: Günler geçiyor, gönlümün ez-vakı tükendi; 9) Uşşak şarkı: Siyah ebruların duruben çatma; 10) Karcığar şarkı: Bir gölge ol, beni peşinden koştur; 11) Karcığar şarkı: Hüsnüne etvarı nâzın san senin; 12) Karcığar şarkı: Çeşmanı o mehveşin eladır; .13) Rast şarki: Yok mu cana âşıka hiç şefkatin; 14) Hicazkâr şarkı: Penbelikle imtizaç etmiş tenin; 15) Hüseynî şarkı: Zaman olur ki, kalır hacle-i visalinde; 16) Nişaburek şarkı: Varsın gönül askınla harab olsun efendini; 17) Şeddiaraban şarkı: İydini tebrik için
ATLIASES SOKAĞT
ey'gülizar; 18) Sultani yegâh şarkı: Andıkça geçen günleri hasretle derinden; 19) Ferahfeza şarkı: Bilmem ki (?).
ATLIASES — Eski İstanbulun zabıta teşkilâtında gece bekçileri olan aseslerin atlıları (B.: Ases); kısa bir zamanda geniş bir sahayı gezip dolaşırlardı. Bundan ötürüdür ki İstanbulun eski -külhanı argosunda tabanı kuvvetli, günde kırk kapunun tokmağını çalar, yırtık, pervasız, tuttuğunu koparır mahalle karılarına «Atlıases» denilirdi (B.: Kamer Hâtûn, Atlıases).
Aşağıdaki satırları hicrî 1098 yılında İstanbulun nevcivan hamam dellâkları şanında yazılmış bir «Dellâlnâme» den alıyoruz:
«Biri dahi Kmalıkuzu dedikleri pâkü pâ-kize civandır ki ismi şerifi Firuzdur, Firuz şalı dahi derler, elhak pâdişâhı iklimi hüsündür, ar.navudîiülasıl olup taze •delikanludur, vilâyeti olan Debreibâlâ'dan geldifcde Çardaklı Hamam kurbinde hemşehri odasına misafir olup atlıses takımının alemdarı avretler ha-mammda hamam anası karı Sırma Hâtûn dedikleri fâcire bu Firuz Şahın hüsni bî menen-dine dildâdeolup yolun gözleyüp iğfal ile oğlanı bir yolun bulup yasmaklayup yeniçeri avretlerinden {yeniçerilere mahsus müseccel fahişelerden) Pembe nam avret ile yatsudan sonra avretler hamamına aldıklarında soyup üçü bile üryan göbek tasında meclisi işret kurup tamam al gülüm ver gülüm muhabbet-.de olsunlar Pembe Hâtûnun cariyesi bir maddeden hâtûnuna muğber olmağla başmacarın çekûp Kadırga Kolluğuna varup Çorbacı dahi neferatı ile gelüb Çardaklı Avretler Hamamını basdı-kda...»
Hüseyin Kâzım Bey Büyük Türk Lûga-tmda «atlıases» i erkekler için de bir baltaya sap olamamış derbederler, serseriler hakkında kullanıldığını yazıyor.
— Beyoğlu kazası, Taksim nahiyesi, Bülbül mahallesi sokaklarm-dandır. Tavla Sokağı ile Büyükziba Sokağı arasında uzun bir dirsekli sokaktır. Tavla Sokağından girildiğine göre iki araba geçecek kadar genişlikte, dar yaya kaldırımlı, kaba taş döşeli ve bir dirsekle on iki adını kadar meyilli bir toprak yol olarak Eüyükzîba Sokağına kavuşur. İki kenarındaki ikişer üçer katlı
ATLI CİVANLAR
— 1312 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 1313
atlıkaraca
kagir evler umumiyetle gayri müslim aileler tarafından iskân edilmiştir.
Hakkı Göktürk
ATLI CİVANLAR — Divan edebiyatının istanbullu kalender şairlerinden pek çoğu, eski İstanbulun pitoresk dekoru içinde, at üzerinde bir nevcivan tasvir veya tahayyül etmekten kendilerini alamamışlar, bu yolda çok güzel gazeller, şarkılar, kıtalar ibda etmişlerdir (B.: Atmeydanı).
Şâir pâdişâhlarımızdan Kanunî Sultan Süleyman (Muhibbi) en güzel gazellerinden birinde sefere giden, sırmalı esvablar giymiş pür silâh atlı bir nevcivânı şöyle tasvir ediyor:
Ol serv katle nâgâh bu dîde bakaa dügdü Eski revan gözümden ol demde akaa düşdü Mescidde dün imâma uydum velî ne kıldım Hiç bilmedim bu gönlüm ebrûyi takaa düşdü Âh ol libâsı zerkeş bindiği âtı serkeş Bağlandı tîrü tirkeş azmi Irakaa düşdü.
Aşağıdaki şarkı, geçen asır başında İstanbul gençleri arasında hüküm süren bir şemsiye modası sırasında, Enderunlu Fazıl tarafından at üstünde şemsiye açmış bir dilber delikanlı hakkında yazılmıştır:
Şivekârırn serefzâr olmuş yine Şehsüvarı esb-i nâz olmuş yine Nâz içün şemsiyye almış destine Hasreti ehli niyaz olmuş yine
Ruhlerin semsiyyeden olmuş ayan Âfitabı eylemek olmaz nihan Cilvedir uşşaka kasdi her zaman Mahremi erbabi râz olmuş yine
Her zaman kim esbine dizgin ider Hû çekip âşıkları tahsin ider Şivelerle Fazılı gamkin ider Dil gamiyle nâîesaz olmuş yine
Bir atlı civan sânında şu nefis manzume Muallim Naci'nin kaleminden çıkmıştır ki, «Âteşpâre» adındaki eserinde intişar etmiştir:
Pek dizgin etme, haik ediyor inkisar, dur! Kâküllerin aman oluyor pür gubâr, dur! Âşıkdan öyle hiç idiîir mî firar? dur! Aramsız gönül biraz itsim karâr, dur! Üfiâde bir piyadeyim, ey şehsüvâr, dur!
Pânıali haybet eyleme ümmîdi varını, Çekmek kolay mıdır eîemi intizârını; Döndür bu semte rahş, bırak iftiharını; Yolsuz mu yoksa bekleyişim rehgüzârını? Üftâde bir piyadeyim, ey şehsüvâr, dur!
Düşdün sükuti berk-i hazan yollu râhine, Bir kerre bak su muntazir nazrehâhine; Değmez iniyim bu halimle bir nigâhine? Bakmak güneh mi rûyi meîâhat penâhine? Üftâde bir piyadeyim, ey şehsüvâr, dur!
Bilmez misin ki calibi tazim olur kerem, Ef'aîi zalimaneyi tâkib eder nedem, Bahsinle şimdilik olmazsam da hem kadem, Bir gün gelir suvar olurum, ol zaman demem: Üftâde bir piyadeyim, ey şehsüvâr, dur!
ATLI HAMMALLAR — Zamanımızda hemen hiç kalmamıştır; .kamyonlar, eski yük arabaları atlı hammalların yerine geçmiş, atlı hammallar da sırık hammallariyle beraber ortadan kalkmıştır. Eski İstanbulun günlük hayatında bilhassa uzak mesafeler için, atlı hamallar, önemli bir yer alır. Amele, ırgat ve hammal makulesinin inzibatına ve narh nizamına fevkalâde dikkat edildiği o devirlerde, atlı hammalların da muhtelif iskelelerden belli başlı semtlere ne kadar bir ücretle gidecekleri tesbit edilmişti; aşağıdaki satırlar, Hicrî 1143 (M. 1730) tarihli bir fermanın bugünkü yazı dilimize çevrilmiş bir suretidir:
«İstanbul kadısına hüküm ki; «At hamallarının beygirlerine yükledikleri yüklerin ücretleri nizamı sicilde mahfuz olan defterlerden çıkarılıp birer sureti iskele kethüdalarına verilsin ve lisanen de gereği gibi tenbih olunsun; hammallar, yük giden yerlere narlılarından ziyade talepte bulunarak halkı iz'ac etmesinler; nalsız beygir kullanmasınlar, ikindiden sonra hayvanlarını dinlendirsinler, sürücüleri çocuk olmasın, bir sürücünün eline ikiden fazla beygir verilmesin; görülürse sahibi cezalandırıldıktan başka beygirleri de mîrîye zabtolunsun; yangınlarda halkın eşyasını zayi etmesinler, ederlerse kefilleri olan bölükbaşıları tazmin etsin».
Atlı hammallar la sürücülerinin, yük naklinden sonra bos beygirlere binmeleri de yasaktı; bunu temin için de hammal beygirlerinin semerlerine sivri demirler çakılırdı; aşağıdaki satırlar Hicrî 1215 (M. 1800 tarihli bir narh ve esnaf nizamı defterindendir:
«At hammallar ı hamulelerini mahalline nakledip avdetlerinde, hammalların hayvanlara binmemesi için beygirin semerleri üzerine, eskiden olduğu gibi sivri demirler yap-.. tıracaklardır. Ve her gün ikindiden sonra ve cuma günleri işlemiyeceklerdir».
Hammallar, bu sivri semer demirlerinin kaldırılması için zaman zaman Divanı Hümâyûna müracaat edip yalvarmışlar ve hattâ bir kaç defa bu yasağı kaldırmağa muvaffak olmuşlar, fakat, hayvanlara karşı insafsız hareketleri, İstanbul halkının şikâyetine yol açarak hammalların gittikleri yerlerden boş beygirlerine binerek dönme yasağını yeniletmiş ve hammal beygirleri semerlerine sivri demirler çakılmıştır. On yedinci asra ait diğer bir narh defterinde de şu satırlar okunmaktadır:
«Hammal beygiri ziyade ücret almıya, gayet İrak yire iki akça, evsat yire bir buçuk akça, yakın yire bir akça alına. Eğer ziyade alınırsa hakkından geline.
«Ve ayağı yaramaz beygiri işletmiyeler ve at, katır ve eşek ayağını gözedeler ve ağır yük urmayalar zira dilsiz canavardır. Her hangisinde eksik bulunursa sahibine tamam ettire; eslemeyeni tamam gereği gibi hakkından geline».
Sultan İbrahimin son sadırâzamı Hezar-pare Ahmed Paşa, Sofu Mehmed Paşa sarayında idam olunduktan sanra, cesedi, Cellâd Kara Ali tarafından bir hammal beygirine yüklenerek götürülmüştü.
Genç Osman da, felâketine varan Yeniçeri ihtilâlinde,, iltica ettiği Süleymaniyedeki Ağakapısından Aksaraydaki Yeniçeri kışlasında Ortacamiye bir hammal beygirine bindirilerek götürülmüştü.
Bibi.: O.N. Ergin, Mecellei Belediye; Ahmed Refik, on ikinci hicrî asırda İstanbul hayatı.
ATLIKARACA — Halk ağzında «Atlıkarınca» da denilir; yere şakulî olarak dikilmiş ve gayet sağlam bir surette tesbit edilmiş ve ağaç veya demirden bir mihver kazık etrafında dönen bir çenbere asılı ağaçtan yapılmış küçük atlardan mürekkep çocukların bir eğlence vasıtasıdır; mesirelerde ve bilhassa bayram yerlerinde kurulur; tek atlı, yanyana çift atlı, atların arasında arabalısı olanlar da vardır. Ağaç atlar göz alıcı renklerle boyanır, üzerlerine eğer taklidi kilimler atılır; arabalarda kadife şilteler, çeşitli püsküllerle süslenir. Atlı-karacalar, mihver kazık üzerinde bulunan dişli bir çarka bağlı bir kol - manivela ile döndürülür; atların ve arabaların dönmeğe başladığı anda bir dünbelek ile zur-
nanın da devrin tutulmuş bir şarkısı veya oynak bir hava ile refakati şarttır. Çocukları atlara ve arbalara bindirmek üzere, atlı ka-racacı tarafından pırpırı güruhundan bir veya iki delikanlı tutulur; oğlan çocuklar ekseriyetle atlara, kızlar arabalara bindirilir, sekiz on turdan sonra, atlı karacacı: — Paralar yandı!., diye bağırarak durur. Bir siyah veya al atı, beyaz atı benimsiyen çocuklar ve cebindeki harçlığını da verdikten sonra atından indirilip arkasına melûl melûl bakan yavrucuklar pek çoktur. Çocukluğu İstanbul-da geçip de atlıkaracaya binmemiş insan yok gibidir. Son yıllarda atlar ve arabalar kaldırılıp bir bid'at olarak tayyareler asılmış atlı-karacalar da görülmüştür.
Sermed Muhtar Alus, İstanbul Ansiklopedisine gönderdiği notlarda şunları yazıyor:
İydi fıtır denilen ve üç gün süren Şeker bayramı ve iydi adhâ denilen, dört gün devam eden Kurban bayramı günlerinde Fatih, Kadırgadaki Cinci meydanı ve İstanbulun bazı semtlerine kurulan bayram yerlerinin başlıca eğlencesi idi.
Büyük babalarımızın eskiden, anlattıklarına göre, onların çocukluk zamanlarında atlı karınca daha ortada mevcut değilmiş. Çocukların dörder, altışar karşılıklı oturdukları salıncaklar varmış. İhtimal, buralarda atlıkarıncaları kuracak kişiler çıkmış, fakat tahtadan at şekilleri bulunduğu için, heykel denerek ve taassub güdülerek izin verilmemiş, 40, 50 yıldanberi, yukarıda bahsettiğimiz bayram yerlerinden eksik değildi.
Atlıkarıncanın bazıları üstü açık, bazıları çadır gibi mahruti'bir tente ile örtülüydü. Ortadaki mihvere takılmş sırıklarda sıra ile tahtadan çift at, çift at koşulu arabalar bulunur. On para veren çocuk, beğendiğine, ata veya arabaya biner. Atlar ve arabalar doldu mu bucurgadı çevirir; hepsi fırdolayı dönmeğe baslar. Atlıkarınca dört beş kere devredince «yandı!» diye bağırırdı. İkinci bir meteliği olmıyan çocuk bindiği attan veya arabadan mahzun mahzun inerdi.
Salıncaklarda olduğu gibi atlıkarıncayı çevirenin ve yardağının şaklaban, neş'eli ve tuhaf tuhaf maskaralıklar yapması, harcı âlem türkülerin hepsini bilmesi ve kafiledekilere elebaşlık etmesi gözetilir, bu çeşit kimselerin atlı karıncaları etrafında çocuk kümeleri cı-
ATLI SAKALAR
— İ314
tSTANSüî
ANSİKLOPEDİSİ
— İ3İ5
ATMEYDANI
vıl cıvıl kaynaşırdı. Somurtkan,,soğuk neva, don yağı olanların atlıkarıncaları istediği kadar allı yeşilli bayraklarla, uçurtma kâğıtla-riyle, defneler ve yapraklarla süslü olsun; atların, arabaların boyası pırıl pırıl bulunsun, kimse onun semtine uğramazdı.
Bayram yerlerindeki salıncaklar ve atlı karıncalarda en çok söylenen, çıktıklarından yıllar geçtiği halde yine dillerden düşmeyen türkülerin en meşhurları şunlardır:
' «Entarisi ala benziyor», «cimdallı», «eğil dağlar • eğil. de üstünden asam», «kırmızı gül, takarsın», «oğlan kolunu sallama», «kaynanam kayna, kalk gelin oyna», «arabadan atladım ben», «aman aman leçco», «aman ada, canım ada, çatık tombul ada», «karga da seni tutarını aman», «efe ile Rıza kolkola gezer», «Selanik kahbe Selanik», «aynayı almış eline, sürmeler çekmiş gözüne», «Konyalı», «Adanalı» ...
Ağır fasıl şarkılardan bazıları da ağızlara pek yayılmıştı. Meselâ: Ahmed Rasim merhumun: «Çare bulan olmadı bu yareye» si. Bunun ayni bestede, güftesinin baştarafı değiştirilmiş şekli de vardı:
Hekim dükkân şişeleri parlıyor Kızkardeşi baş ucunda ağlıyor Ağiasa da, sızlasa da hakkı var Pek yazık oldu dili biçareye
Şehremini Rıdvan Paşanın meşhur «şevkinle, hayalinle olur neşve bedidâr» yine Ahmed Rasimin «istedinde gönlümü verdim sana», bilmem kimlerin «Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir», «Etmiyor hiç merhamet canan benim efgana» gibi rabıtalı şarkılar da hep bir ağızdan söylenip durur, aşağıdaki kantolar da sıraya katılmaktan geri kalmazdı:
«Güvercin», «İşte kalbim», «Nalei can-gâh», «Yandan yırtmaç fistanlar», «Çoban», «Gemici», «Sarhoşum ama falso yapmam»,-«Efeciğim ben»...
ATLÎ S ATLI
Sermed Muhtar Alna
— (B.: Sakalar). — (B.: Tramvay).
ATMAK, ATMASİYON — İstanbul kül-hânileri argosunda övünmede, bir vak'ayı nakletmede, haber vermede mübalâğa; yaşamadığı hayatı yaşamış gibi, görmediğini görmüş gibi hikâye etme; atmak, atmasiyon som
yalan değildir, yalanda kötülük kasdi vardır, bu iki tâbirde ise kötülük kasdi yoktur, misaller:
-
Caponun dedesi paşaymış be..
-
Atar, kendisinin mektepli olduğu gibi..
* * *
-
Karı önce beni soydu, kendi de so
yundu beni banyoda yıkadı, sonra yatak oda
sına girdik, her taraf ipek...
-
Atma ulan, ensen kalıp gibi..
-
Bu gece değil ya, hafta oldu..
-
Ulan o kir bir yıllık be...
-
Gemideyken ben.. Karadenizde bir
canavar gördüktü... '-kuyruğu Saray burnunda,
başı İyibde..
— Atma., hep din kardeseyiz...
* * *
-
Hanları, hamamları, konakları var
mış...
-
Hepsi atmasiyon... Dedesi bir paşa
nın mandırasında yanaşma idi...
ATMEYDANI —- Eski Umumî Hapishane ve Tapu konağı ile Yüksek Ticaret Mek-
tebi ve Sultanahmed Camii arasındaki meydan ki, halk ağzında camiye nisbetle Sultanahmed meydanı denilir.
Bir ihtilâllere, ayaklanmalara, siyasî toplantılara, mitinglere sahne olmuş tarihi çok zengin bir yerdir (B.: Atmeydanı vak'ası, Vak'ayi Hayriye, Sultanahmed Mitingi). Bizans devrinde, Hippodrom'un yeridir ki türkce karşılığı Atmeydanı, en güzel bir isimdir. Dikilitaş, örme sütun, burmalı sütun ve Alman çeşmesi bu meydanın ortasında sıralanmıştır. (Bütün bu isimlere bakınız). Bu sa-.urların yazıldığı sırada, ortasında park' adını taşıyan bir yeşil saha mevcut ise de, aslında Büyükşehre lâyık bir halk bahçesi dahi de-nilemiyecek kadar bakımsız ve muhakkak ki, küçüktür. Boyu 300 metre, eni 75 metre kadardır. Fetihten sonra Türk binicilerine bir talim meydanı olmuştu; cirid oyunları burada oynanırdı.
On, yedinci asrın büyük şairi Şeyhülislâm Yalıya Efendi, nefîs bir gazelinde Atmeydanı-nı söyle tasvir ediyor:
Semendi nâz iîa yüğrük civanlar seyre çıksunlar Pür olsun hûblerie Atmeydanı Stanbulnn
Abdüimecid zamanında Atmeydanı (Resim: W.H. • Bartlett'den Sabiha Bozcalı eli ile)
Abdüiâziz zamanında Atmeydanı (Resim: C. Biseo'dan Saliha Bözealı eli ile)
A.TMEYDANI CİNAYETİ
— 1316 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
1317 —
ATMEYDANI VAK'ASI
Bu si'rin hak budur Yahya M gayet bînazîr oldu Pesend eylerse lâik ehli irfanı Stanbulun
On sekizinci asrın büyük şairi Nedim de, Üçüncü Ahmede sunduğu bir bayram tebriki kasidesinde:
Bimib şad izzü nâz ile semendi şuh reftâre Güzeller Atmeydamnda alur gimdî meydanı
diyor. Bu şiirler pek aydın olarak gösterir ki, Atmeydanı, asırlar boyunca İstanbulun en şenlikli bayram yerlerinden biri olmuştur. Nedimin muasırlarından, İstanbulda ingiliz elçisinin zevcesi olarak bulunmuş bir İngiliz edibesi, Laydi Montague, Londradaki muhib-belerinden bir Kontes P*** ye gönderdiği mektupta: «En zarif meydanlarımız Atmey-daniyîe kabili kıyas olamaz» diyor ki, bu cümle, Atmeydamnın on sekizinci asır başındaki güzelliğini tahlil etmek için kuvvetli bir vesikadır.
Evliya Çelebi ise, Atmeydamm «istanbul içre temasagâh olan» yerlerin başında kaydediyor.
On altıncı asırda Kanunî Süleyman devrinde büyük saray düğünlerinin eğlenceleri bu meydanda yapılmıştı. On altıncı asrın İbrahim Paşa sarayı ve Sokullu Mehmed Paşa sarayı gibi en muazzam ve muhteşem vezir sarayları bu meydanda nazır idi. On yedinci asır başlarında Sultanahmed Camii yapılıncaya kadar Atmeydanınm bugünkü sahasından çok daha geniş olduğu muhakkaktır (B.: Sultanahmed Meydanı).
ATMEYDANI CİNAYETİ — (H. 9 rebi-
ülâhır 1222) M. 1807 de gayet güzel bir delikanlı, ötedenberi kendisine musallat olan ve ırzını payimâl edecek tekliflerde bulunan Helvahane neferlerinden birini, yolunu bekleyip tasallut etmesi üzerine, Atmeydamnda, güpegündüz ve kesif bir kalabalık ortasında hançerleyerek öldürdü ve derhal Cebehane neferleri tarafından yakalandı. Garip tesadüftür, cinayetin işlendiği anda, devrin padişahı Dördüncü Mustafa da, tebdili kıyafetle At-meydanmdan geçiyordu. Katil delikanlı, her ne kadar Helvahaneliyi namusu- uğruna öldürdüğünü söyledi ise de, padişah, idamını emretti,, cellâtlar tarafından maktulün yanı-başında çökertilerek boynu vuruldu. Vak'a İstanbulda derin bir teessürle karşılandı; padişahın, namusunu müdafaa yolunda elini kan-
layan bir genci, hakkında şer'an verilmiş bir hüküm olmadan öldürtmesi türlü dedikodulara, bilhassa Dördüncü Mustafa hakkında meşum yorumlara sebep oldu (B.: Mustafa IV). Bibi.: Câbi Said Vekaayinâmesi.
ATMEYDANI VAKASI — On yedinci asır ortasında, henüz yedi yasında bir çocuk iken İmparatorluk tahtına oturtulan Dördüncü Mehmedin ilk saltanat yılında Yeniçerilerle Kapıkulu sipahileri arasında olmuş kanlı bir şehir muharebesidir ki; İkinci Mahmudun Yeniçeri ocağını kaldırmak için yaptığı şehir muharebesi (Vak'ayi Hayriye) müstesna, Türk İstanbulun tarihinde bir eşine daha rastlanmaz.
Vak'anüvis, bu büyük vak'aya birçok sebepler sayar; söyle ki:
Halkın bir kısmı Sultan İbrahimin tahtından indirilip idam edilmesinden hoşnud olmamıştı, yer yer dedikodular, umumî yerlerde münakaşalar ve fitne ve fesad alâmetleri başlamıştı; İbrahimi tahtından indirip öldürenler yeniçeri kuvvetine dayandığından bu sefer gayrı memnunlar ve Sultan İbrahim yaranı bendeleri Sipahiler arasında yeni hükümete karşı propagandaya başlamışlardı.
Yeni sadrâzam Mevlevi Sofu Mehmed Paşa, çok ihtiyar, yarı bunak fakat son derece haris b'r adamdı. Ulemadan bazı fitneci ve riyakâr kimseler, meşhur fıkıh kitablarmdan «Camiül fusûlin» den: «Kaçan sultan sagir olsa, reaya bir vali azimüsşana bi'at ederler; ol sagir de vekâlet ile hükümet eder, lâkin hakikatte sultanı evvel valii azimdir» bendini hatırlatarak biçare Mehmed Paşayı çileden çıkardılar; aslında ocak ağalarının elinde oyuncak iken, saltanat vekâleti iddiası gibi bir olmaz dâvaya düşürdüler. Bendegânı da gaflet ile fodulluklara başladı.
Sultan İbrahimi devirenler haksızlık, hırsızlık ve rüşvetten şikâyet ederek askeri ayaklandırmış iken; iktidarı ellerine geçirince, aynı yola, başta ihtiyar sadırâzam olduğu halde bütün tamah ve hırslariyle atıldılar. Kısa bir zaman içinde, memuriyet alım satımı için âdeta bir borsa kuruldu. Ulufeleri uzun za-mandanberi verilmemiş olan Kapukulu sipahisinin şikâyet ve feryadına ehemmiyet verilmemesi, Kapukulu sipahileri cülus bahşişi almak üzere memleketin her tarafından İs-tanbula akın akın gelmeğe başlamıştı. Hazine
boş olduğundan bunlara bahşiş verilmesine imkân yoktu. Sofu Mehmed Paşa sipahilikten yetişme idi; aslında kukla bir sadırâzam iken kendisini hâs mânada saltanat vekili sanarak sipahilere bir iyilik yapmak istedi. Dördüncü Muradın ve İbrahim zamanlarında bir takım sipahilerin dirlikleri ellerinden alınmıştı; bunlar sipahilerin oğulları namına tashih etmek istedi; fakat sipahilerin onların hakikî oğulları olduğunu kendi huzurunda ikişer şahitle ispat etmelerini ve bu sipahi oğullarının Girid çengine gitmesini şart koştu. Kapukulu sipahisi bundan memnun olmadı.
Yer yer toplanmağa başladılar. Yeni bir fitne, karışıklık çıkaracak mahiyette şikâyetlere başladılar. Sadırâzam: «Senelerdenberi bertaraf kılınan oğullarının dirliklerini verip tashih ettik. Şimdilik hazine ve reaya ahvali muhteldir; bu seneden sonra hizmetleriniz dahi verilir» diye haber yolladı. Sipahileri bu vaâd da tatmin etmedi. Üsküdarda ve İstanbulun muhtelif yerlerinde toplantılar devam etti. Bilhassa Anadolu Sipahileri Üsküdara doluyorlardı:
Oğullarımıza ulufelerimizden verip bölüğe çıkarılmaktan muradımız, evlâtlarımız nanpâra sahibi olsunlar , demektir. Halen oğullarımızın küçüklerini yazmıyorlar, büyüklerini de Gülde göndermek isterler, bunun mânası nedir? Oğullarımız bizden ayrılmaz. Biz de, padişah yahut sadırâzam beraber gelmeyince sefere gitmeyiz. Kanun hilafıdır.
Oğullarımız olduğuna dair de birbirimizin şe-hadetini kabul etmiyerek şahidi âdil isterler, şahid arıyoruz!» diyorlardı. Fakat sipahi meclislerinde, bu şikâyetlerden daha tehlikeli bir söz dolaşmağa başlamıştı: «Padişahımız Sultan İbrahimi hangi temessük ve höccet ile katletmişlerdir?». Bu söz, sadırâzam ile müftü Efendiye ve hükümeti ellerine almış olan ocak ağalarına karşı ağır bir tehditti.
Kanun üzerine acemi oğlanlarına yılda bir defa «çıkma» olurdu (B.: Yeniçeriler). Yani, hizmet müddetini dolduranlara liyakat ve hizmetlerine göre dirlikler verilirdi. Sofu Mehmed Paşa, bu yıl da müddetlerini dolduran acemi oğlanlarının hep birden çıkarılmasını, sipahi adedinin çoğalması noktasından tehlikeli buldu. Onun için kafile kafile çıkarmak istedi. Halbuki sair acemi oğlanlarının
artık bir gün durmağa tahammülleri kalmamıştı.
Galatasaraydaki oğlanların her gün «Allah Allah» diye bağırıştıklan işidılirdi; fakirleri açlıktan kuru ekmekle geçiniyordu. Sultan İbrahim devrinde sarayın taşkın masraflarından, yıllarca tayinatı ihmal edilmiş olan bu gençlerin, zaruret ve açlık bir can endişesi olmuştu. Nihayet (H. 7 Şevval 1058) M. 1648 günü Galatasaraymdaki acemi oğlanlarının hepsi dışarıya boşanıp Sultanahmeddeki İbrahimpaşa Sarayına geldiler; onları gören buradaki acemi oğlanları da «biz ne dururuz!» diye muhafızları tepeliyerek dışarı fırladılar. Bunları işiden Yeni Saray (Topkapı Sarayı) t gilmanları da zabtolunmayıp bâzu zoru ile saraydan çıktılar. O zamana kadar dünyayı görmemiş, hapishanede yaşar gibi bir ömür sürmüş olan bu delikanlılar laubali şehrin içine dağılarak sipahi yazılmak sevdasına düştüler. Hep birden Elçi Hanına ve diğer hanlara vardılar, odalarını boşaltarak yerleştiler. Aslen Selânikli olup dirliği elinden alınmış olan Bıyıklı Mahmud isminde bir sipahi, etrafına bir alay sipahi toplıyarak İstanbula gelmiş; Suî-tanahmed civarında bir. hana inmişti, fırsattan istifade etti, derhal şehre dağılan acemi iç oğlanlarının başına geçerek bir zorba başı oldu. Etrafına daha birçok kimseler toplanınca «fitneyi alevlendirmeğe başladılar». Dağılmaları için sadırâzam tarafından birkaç defa adam geldi; dinlemediler, nihayet zorla dağıtılmalarına karar verildi. Yeniçerilerin silâhlanarak kışlalarında hazır bulunmaları emredildi. «Acemi oğlanlariyle sipahilerin öldürülmesine dair Şeyhülislâm fetva vermiş!» diye bir şayia çıkınca sipahiler: «Vezir ve Müftü ile dâvamız vardır. Yeniçeri ve ahar fertler ile yo-ktur! Ayak Divanıolsun!» dediler Bıyıklı Mahmud başta olmak üzere hepsi Sultanahmed Camii imaretlerinde toplandılar. İçlerinden bazıları devlet ricalinden bazılarının saraylarını taşladılar. Sadırâzam ile ulema Yeniçeri odalarına gittiler: «Sultanahmed Camii imaretlerinde toplananların hepsi vaci-bülkatildir!» diye karar verdiler. Şeyhülislâm Abdürrahim Efendi fetva verdi:
«Eşkıyadan birkaç kimesneler bir mahalde toplanıp sulehayı müsliminden birkaç ki-mesne için şer'an katlolunmak icabeder halleri yok iken elbette katil olunsunlar deyip,
ATMEYDANI V AK'ASI
— 1118 —
istanbul
Dostları ilə paylaş: |