Ersitesi basimevi 1988 konya



Yüklə 1,19 Mb.
səhifə9/24
tarix17.01.2019
ölçüsü1,19 Mb.
#98690
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   24

İMAN

İman kelimesi, eman ve emniyet, güven anlamlarınadır, "Emn" mds-darından türetilmiş olup korkunun zıddtdır.

İman, ifal veznindedir. Aslında "Emn" den "Eman" dır. Âmene fiili­nin masdandır. Arapça dil kuralına göre masdar yapmak için kelimenin başına hemze gelince "l'man özgü bir kural gereği esreli hemzeden sonra gelen ikinci hemze "ifa" olmuştur. Yine arapçaya harfine çevrileceğinden, böylece bu kelime "îmân halinegelmiştir.

İman kelimesindeki hemze iki anlamdadır:



1- Ta'diye, geçişli, Buna göre iman; "eman vermek, emin kılmak"

manalarına gelir. Nitekim el-Esmâu'l-Hüsnâ dediğimiz Allah'ın güzel i-simlerinden biri de "el-Mü'min" dir ki, eman veren, emin kılan anlamı-nadır.



2) Sayruret anlamına, geçişsiz. Buna göre iman; "emin olmak, kal­bi güven, itimad içinde tutmak, sükuna kavuşturmak" manalarını ifade eder. Türkçede bu durumu "inanmak" kelimesiyle açıklarız. Bu anlamda inanan kişiye "mü'min" denir ki, emin olan, güven, itimad halinde, kal­bi sükuna kavuşan anlamındadır.

Arap dilinde iman; mutlak tasdik etmek, yani bir habere, bir hük­me, bir şahsa, bir varlığa kesin bir şekilde, içten gelerek samimiyetle inanmak, onu doğrulamak, teyid etmek, doğru söylediğini kabullenip benimsemektir. Böylece sözkonusu tasdik ile kalb huzur ve sükûna, gü­ven ve emniyete kavuşur, rahata erer. İfade edilen söz veya sözün sa­hibi de yalanlanmaktan emin olur.

İman kelimesi iki şekilde geçişli, müteaddi olur:

1) Bizzat doğrudan,da olduğu gibi.

2) Bâ veya Lâm ile veda oldu"Bâ" iie geçişli olduğunda "ikrar ve itiraf", "Lâm" ile mef'ul aldığında ise "iz'an ve kabul" manalarını taşır.

Öyle anlaşılıyor ki iman ile "Emn" arasında çok sıkı bir münâsebet vardır. Her iki kelimenin bir haberi ve sahibini yalanlanmaktan ve mu­halefet korkusundan emin kılma anlamı bulunmaktadır. '

İmana sahip ktmse, emn ve eman içinde bulunma'kta, söylediği sözle hem kendisini huzur ve sükûna kavuşturmakta, hem de o sözü ve sahibini tekzibden emin kılmaktadır.

Lügatte mutlak tasdik anlamına gelen iman kelimesi. Istılahta kısa­ca, Allah tarafından getirdiği şeylerde Hz. Peygamber'i tasdik etmektir.

Diğer bir deyişle, ıstılahta iman; Hz. Peygamberin Allah tarafından ge­tirdiği kesin olarak bilinen ve zarurat-ı diniyye denilen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inan­maktır. 112

Tasdik Ve Ma'rıfet

Tasdik, bir haberi, bir hükmü iz'an ile kesin olarak kabul etmek, ha-] beri ve haber sahibini yalanlamaktan emin kılmaktır.

Tasdikte sözkonusu edilen iz'an; vakıaya, realiteye uygun olan "i'ti-kâd-i câzim" denilen kesin inançtır. Bu da kalbde kesb ve ihtiyar, yani insanın çalışması ve seçmesi ile meydana gelir ve neticede kalbe rahat­lık, huzur, sükûn ve itmi'nan verir.

Kısaca tasdikte kesb ve ihtiyara dayanan iz'an şarttır. Kişinin arzu ve isteğine dayanan gayreti, çabası gerekir. İz'an olmazsa buna ma'rifet denir.

Ma'rifet, kesb ve ihtiyar bulunmadan, insanın seçimi ve çabası ol­madan kalpte aniden bir doğuşun, bir uyanışın, bir şeylerin meydana gel­mesidir.

Tasdikten daha genel olan ma'rifete, bir peygamberin mu'cizesini gördükten sonra o peygambere olan tasdikin kalpte belirmesi, doğuver-mesi misâl olarak verilebilir. Burada kalbin itmi'nanı, arayıştan sonra sü­kûnu bulmadan hasıl olan bir şeyler vardır ki bu tasdik olmayıp ma'rlfet­tir. Çünkü tasdikte kalbin rızası ve teslimiyeti esastır.

Bununla birlikte, tasdikte aranan iz'anm tam olarak yakîn, kesinlik ifade etmesi icab etmediğinden "Zann-ı Ğâlib" denilen avamın tasdiki ve mukallidin imanı yeterli ve makbul görülmüştür. Bu tarz tasdikler zann-ı ğalib olduklarından hakiki iman kabul edilmezler, ama bunlar "iman-ı hükmî" olup imanda yeterli ve makbul görülürler.

0 halde yakîn, kesinlik ve zann-ı ğâlib İfade etmeyen zan, şüphe ve vehim, tasdik derecesinde görülmez, bunlar asla imandan sayılmaz. 113



Tasdik, iman edilecek hususlar yönünden ikiye ayrılır:




a) Tasdik-i şuhûdî,

b) Tasdîk-i Ğaybî. İnanılan ve tasdik edilen şey görülen cinsten ise, görülene iman anlamına buna tasdik-i şuhûdî denir. İnanılan ve tasdik edilen şey görülmüyorsa buna da görülmeyeni tasdik, gayba iman anla­mına tasdik-i ğaybî tabir olunur.

İman esaslarının, Kitap ve Peygamberlere iman dışındaki diğer asıl­ları, beş duyunun idrak alanına girmeyen ğaybî konulardır. Mü'minler bunları kalben tasdik ederek inanırlar. Kur'an'da bu hususta: "Onlar ğay-ba inanırlar." 114 buyurulur.

Dilcilere göre tasdik; ya kalbî, ya kavlî yahut da fiilî olur. Yanijya kalble, ya sözle veya iş iledir. Buna göre tasdikin üç derecesi vardır: 115

a) K aIb İle Tasdik {Tasdik-i kalbî) :

Bir kimse; bir hükmün, bir haberin veya bir söz ve hüküm sahibinin doğruluğunu itiraf ve kabul ile kalben emin olarak, "bu söz veya hüküm doğrudur, bunu kabul ettim" diye söylediğinde, o hükmü, o haberi veya bunların sahibini tasdik etmiş olur. İşte bu, kalb ile tasdiktir. Bu tasdikte kalpten ve kendi ihtiyariyle, seçim ve isteğiyle söyleme vardır.

Kalb ile tasdikin asıl vasfı ihtiyarî olmasıdır. Bir hükmün ve haberin doğru olduğunu bilmek ve anlamak tasdik değildir. Peygamberlerin pey­gamberliğini bildikleri halde bir kısım kâfire mü'min deniimemesi, kalp­lerinde tasdik bulunmamasındandır. Çünkü yalnız ma'rifet, yani bir şe­yin doğru ve hak olduğunu bilmek, onu tasdik etmek değildir.

Ma'rifet, bilgi, soyut olarak iman olamaz. İman olması için kalp ile tasdik şarttır. Eğer bilgi iman olsaydı, Ehl-i Kitabın hepsinin mü'min ol­ması gerekirdi. Zira onlarda bilgi vardır, ama tasdik yoktur. O halde bil­mekle birlikte tasdik de şarttır. Arzu ve istekle kalpten söylenen söze "Akd-i kalbî = kalbin akdi" denir. 116




b) Dil İle Tasdik (Tasdik-i Kavİî) :

Dil ile tasdik, kişinin bir başkasına bir haber, bir hüküm hakkmdt duyurabileceği bir konuşma ile "bu böyledir, söylenenler hak ve doğruj dur, inandım, kabul ettim." diye söylemesi şeklinde olur. Kalb ile tasdike "Kelâm-ı Nefsî = Nefsin kelâmı" denirken, dil ile tasdike başkasına bil şey duyurduğundan "Kelâm-ı Lafzı" denir.

Dil ile tasdik, kalbin tasdikiyle birfeşirse ve söyleyen kimse nefsin dekini aksettirirse bu tasdik hakiki, gerçek tasdik olur. Dil ile söylenen kaib tasdik etmiyor, dil kalpte olanı açığa vurmuyorsa bu tasdik zahirî sahte tasdiktir. Böyle tasdik sahibine münafık denir. 117

Tasdik bakımından insanlar üçe ayrılırlar:



1. Allah'ı ve Allah'dan geleni hem kalbiyle, hem de diliyle tasdik k denler. Bunlar hem Allah hem de insanlar yanında mü'mindirler.

2. Diliyle tasdik ettiği îtalde kalbiyle tekzib edip yalanlayanlar. Bun1 lar, Allah yanında kafir oldukları halde insanlar yanında mü'mindirler.

3. Kaibiyle tasdik ettikleri halde diliyle tekzib edenler. . Bunlar ise Allah katında mü'min oldukları halde insanlar nezdinde kâfirdirler, bun lara mü'min muamelesi yapılmaz. Çünkü dil ile ikrarı terkettiklerinden iman ve tasdikleri insanlar nezdinde bilinmemektedir. 118

c) Fiil İle Tasdik (Tasdik-i Fi'lî) :

Bir şeyin fiil ile tasdiki, onu iş olarak yapmak, icab edeni yerine ge­tirmek, yapılmaması gerekeni de yapmamaktır.

Fiil ile yapılan tasdik, kalp veya dil ile yapılan tasdike bağlı olmasi] bakımından derecelere ayrılır. Fi'lî tasdik, kaibî tasdike uymazsa bu ri­ya olur. Kalben tasdik etmeyip inanmadığı halde namaz kılan kişinin du­rumu buna misâl gösterilebilir. Fi'lî tasdik, kalbî tasdike uygun olursa bu takdirde hakiki tasdik olur. 119

İman Ve İslam

İman ve İslâm terimleri Ehl-i Sünnete göre aynıdır, birbirinden ay­rılmaz. Çünkü iman, Allah Tealâ'yı, haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. İslâm ise O'nun uluhiyetine boyun eğip itaat eylemektir. Bu da ancak O'nun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir. O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman islâmdan ayrılmaz ve aralarında farklılık, muğayeret bulunmaz. 120

Bunu, kalbinde tasdik bulunan kişi mü'min, bu tasdiki dili veya a-melleriyle açığa vurup da kendisine dünyevi ahkâmın da tatbikine imkân sağlayan kişi de müslimdir, şeklinde anlayıp izah edenler de vardır. Bu izah tarzında iman daha şümullü islâm ise daha husûsîdir.

İslâm'ın "Hakka itaat, boyun eğmek, teslim olmak" manalarının ya­nında, "sulh, halis ve salim olmak, doğrudan ayrılmamak" manaları da vardır.

Şer'î manada islâm, Allah'ın Hz. Muhammed (S)e gönderdiği dinin adıdır. Aslında Allah'ın Hz. Âdem'den itibaren bütün beşeriyete peygam­berleri vasıtasıyla talim ettiği din İslâm'dır.

Sözlük anlamları itibariyle iman tasdikten, İslâm da teslim olmak, iz'an ve itaatla inkîyad etmek, boyun eğmekten ibarettir. Tasdikin mahal­li kalb olup, lisan onun tercümanıdır. Teslim olmak ise ka!b, lisan ve a-zaların hepsine şamildir. Çünkü kalb ile olan her tasdik, aynı zamanda Allah'ın emirlerine ve iradesine teslim olmaktır ve isyanı, inkârı terk et­mektir. Lisan ile itiraf, aza ve organlarla boyun eğme ve itaat da böyle­dir. Yani tasdik, teslim ve boyun eğme manasını ihtiva ettiği halde, İs­lâm ve teslim mefhumunda kalp ile tasdik manası yoktur. Bu itibarla, sözlük anlamına göre, İslâm mefhumu daha genel, iman daha özeldir. İman, buna göre, İslâm'ın en şerefli cüz'ünü oluşturmaktadır.

Şu halde, her tasdik teslimdir. Tasdik etmek, taat ve inkıyad ile tes­lim olmayı ve kabul etmeyi icabettirir. Fakat her teslim tasdik değildir. Öyleyse lügat bakımından iman ve İslâm mefhumları farklıdır, meşhur olan da budur. Böylece "her iman islâmdır, fakat her islâm îman değil­dir" denmiştir.

İman ile İslâm eş anlamlı, müteradif manada kullanıldıkları gibi, fark­lı manada ve biri diğerinin yerine de kullanılmıştırKur'an-ı Kerim'de Lut Kavmi hakkındaki:

"Orada olan mü'minieri çıkardık, fakat orada bir ev (halkından) den başka müslüman da bulamadık" 121 âyeti ile Hz. Musa'nın kavmine söylediğini hikâ­ye eden :

"Musa; ey kavmim, siz gerçekten Allah'a iman ettinizse ve O'nun birliğine ihlasfa teslim olmuş mü'minler iseniz, artık Allah'a tevekkül ediniz." 122 âye­tinde iman ve islâm eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bu gibi yerlerde imar ile islâm bir manaya olup, o da "içi ve dışı ile teslim ve inkıyad" dan i rettir. Bu, İslâm'ın şer'î manasıdır.

Kur'an-ı Kerim'deki: „

"Bedeviler; biz gerçekten iman ettik, dediler. De kî, siz (kalplerinizle) i man etmediniz. Ancak siz, müslüman olduk deyiniz. İman henüz kalpleri­nize iyice girmemiştir." 123 âyeti ve benzeri âyetlerde İslâm ile iman arasın­da bir farklılık olduğu görünürse de hakikatte böyle değildir. Şeriat, is­lâm kelimesini bazan lügat manasında kullanmıştır. Bunun için bazı âyet ve hadislerde islâm ile iman farklı ve birbirinden ayrı gösterilmiştir.

Böyle ayrılığa delalet eden yerlerde bunun asıl mefhumlanyla oldu­ğuna hükmetmek gerekir. Bu tarz kullanışlarda iman, islâmdan daha hu­susidir. Buralarda islâm; kalp, dil ve diğer azalarla teslim olmak ve bo: yun eğmekten daha genel anlamda kullanılmıştır. Bu ise islâmın asıl söz­lük anlamıdır.

İman ve İslâm'ı ta'rif ve ta'lim eden Cibril Hadisinde, islâm söz ve amel (Şehadetle birlikte İslâmın beş şartı) olarak beş haslet diye ifade edilmiştir. İman da kalben tasdik olarak beyan edilmiştir.

Şu hadislerde ise İslâm ile iman mütedahil, biri diğerinin içinde ola­rak gelmiştir:

Bir adam: "Ya Rasuiullah, İslâm nedir?" dedi.

Efendimiz: "Kalbini Allah Tealâ'ya teslim etmen ve müslümanların senin dilinden ve elinden salim olmasıdır." buyurdu. Adam :

"İslâm'ınhangisifaziletlidir?"deyince,Hz.Peygamberİmandır.";dediler. İman nedir?" sorusuna Peygamberimiz: "Allah'a, meleklerine, ki-j toplarına... iman etmektir." cevabını vermiştir.

Bu ve benzeri âyet ve hadislerde iman ve islâm, biri diğerinin yerine! kullanılmıştır.

Hülâsa, iman ile islâm, bazı nasslarda müteradif, eş anlamlı, bazıla­rında ayrı ve farklı anlamlarda, bazılarında ise mütedahil manada kullanıl­mıştır. Ancak din bakımından İslâm ile iman birdir. Aralarında fark yok­tur. Çünkü tam ve kâmil iman; Peygamberin haber verdiklerini tasdik ve kabul etmek, kalbi, sözü ve işi ile onun hak olduğunu itiraftır. Bunu ya­pana kâmil mü'min denir.

İslâm da Peygamberin haber verdiği hüküm ve emirleri kabul ve; bunlara bütün varlığı ile teslim olmak ve itaat etmektir ki, kalben tasdik eylediğini lisan ile söylemek ve ilâhî emirlere boyun eğmekten ibarettin Kısacası, mü'min olup da müslüman olmayan, yahut müslüman olup dd mü'min olmayan yoktur. Yani her mü'min muslinidir, her müslim de mü'4 mindir. 124

İmanın Dereceleri

Dinî anlamda iman iki suretle gerçekleşir:



1. İ cm âlî İman: İnanılacak şeylere toptan ve kısaca iman et­mek demektir. İmanın en kısa ve mücmeli, "Allah'tan başka ilâh yoktur Muhammed (S) O'nun kulu ve rasûlüdür." sözlerinden oluşan Kelime-ı Tevhidi veya Kelime-i şehadeti kalben tasdik edip söylemektir. İnsan Ah lah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun rasûlü olduğu na inanırsa mü'min ve müslüman olur. İcmâlî imanla Allah'a ve Hz. Muf! hammed'e inanan insan, Allah'dan Hz. Peygamberin getirmiş olduğu 6\\ ger iman esaslarını da toptan.kabul etmiş demektir.

Dinî imanın ilk derecesi ve mertebesi, Allah'a ve Hz. Muhammed'in! (S) peygamberliğine inanmaktır. Bunu kalbiyle tasdik edip diliyle soy leyen, icmâlî bir imanla İslâm'a girmiş olur ki, bu imanın ilk ve en basi mertebesidir.

Bu şekilde icmâlî olarak iman etmemiş kimse mü'min sayılmaz.

min olmanın asıl ve temel şartı Allah'a ve Peygamberi Hz. Muham-med'e (S) inanmaktır. Böylece toptan yapılan iman, daha sonra acık, ay­rıntılı ve geniş bir şekle getirilir. İmanın diğer esasları ve asılları öğre­nilir, onlara da ayrı ayrı iman edilir. Buna da tafsili iman denir ki, onup da derece ve mertebeleri vardır.



2. Tafsilî İman: İnanılacak şeylerin her birine açık ve geniş bir şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsilî iman denir. Tafsili imanın üç derece ve mertebesi vardır:

a) Birinci derece : Tafsilî imanın ilk basamağında, ilk mertebesinde Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna ve âhirete iman yer alır. Burada icmâlî imana nispetle âhirete iman ilave edilmiştir. Bu sebeple tafsilat vardır, iman esaslarında bir fazlalık olmuştur.

b) İkinci derece ; Tafsilî imanın ikinci mertebesinde; Allah'a, me!ek-j lerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, ölümden sonra diri-j lise, Cennet ve Cehennem'e, sevap ve i kaba1, kaza ve kadere iman var-j dır. Bu tarz iman daha geniş ve tafsilatlıdır. Bu imanda inanılması gere-j ken hususların hepsi tasdik edilip söylenmiştir. Bununla birlikte sözü edh len iman da yine mücmeldir, kısadır. J

c) Üçüncü derece : Tafsilî imanın üçüncü derecesi ve mertebesi şöyle ifade edilir ve imanın en mükemmeli de budur: Kitap ve sünnet ile Hz. Muhammed'in Allah katından tebliğ ettiği kesin olarak sabit olan haber ve hükümlerin hepsine ayrı ayrı, herbirine Allah'ın ve Rasûlünün muratları üzere imandır. Bu tarz iman ediş, diğerlerine göre en geniş ve tafsilatlı olanıdır. Bir söz ile iman ettim demekle Allah'ı ve bütün sıfatla­rını belleyerek bilip onlara ayrı ayrı iman etmek elbette farklıdır.

Görüldüğü üzere, imanda her derece ve mertebe bir öncekine göre farklılık ve genişlik göstermektedir. Böylece imanda,, icmâlî imandan iti­baren dört derece ve mertebe bulunmaktadır.

İmanın derece ve mertebeleri Kur'an'da ve Sünnette beyan olun­muştur. Bakara Suresinin 2. ve 3. âyetlerinde ilk iki mertebe zikredilmiş­tir. Peygamberimiz de mübarek sözlerinde iman esaslarını şehadette mücmel olarak açıklamıştır. Ayrıca altı iman esasını mufassal olarak be­yan etmişlerdir. Yine Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresi'nin 177, ve 285. â-yetleriyle Nisa Suresi'nin 136. âyetlerinde iman konusunda tafsilat var­dır.

Allah'a ve Rasûlünün O'nun katından tebliğ ettiklerine iman etmek herkese vaciptir. Ancak Kur'an tamamen nazil.olduktan sonra ve şer'î hükümler tamamlandıktan sonra vacip olan, ilk zamanlarda vacip değil­dir.

O halde icmalin ve tafsilin derecelen vardır. Herkese güç ve kudre-j tine göre iman etmek vaciptir. Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği bütün ha-j, ber ve hükümlere Allah ve Rasûlünün murad ettikleri tarzda iman etmekij arzu edilir, Ama bunu başarmak kolay değildir. Bu ancak havassın işi o-labilir. Avama düşen önce icmâlî ve daha sonra tafsili imanın ikinci mer­tebesi olan imanı altı esasıyla bilmek, bellemek ve öylece inanmaktır. Avam için Âmentüde ifade edilen Allah'a, meleklerine, kitaplarına, pey-f' gamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere, hayir ve şerrin Allah'ın di] lemesiyle olduğuna inanmak, bunları kalbiyle tasdik etmek yeterli görül.j müstür. Bunları tasdik ve ikrar eden mü'mindir. 125

İmanın Hakikati

İmanın hakikati konusunda kelâm mektepleri değişik görüşlerin sa-1 hibi olmuşlardır. İtikadı mezheplerin imanın hakikati ve muhtevası konuL| sundaki bu görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:



a) İman kalbin tasdikidir : Ehl-i Sünnetin ekserisine göre şer'î imarij Hz. Muhammed'in Allah'tan getirdiklerine ve dinden olduğu zaruri olaraf bilinen haber ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inah-mak ve bunların tamamını kalb ile tasdik ve kabul etmektir.

İmam Eş'arî, İmam Mâtüridî, Bâkıllânî (v. 403/1013), İmamu'l-Hare-meyn el-Cuveynî (v. 478/1085), Gazzalî, Ebu'l-Mu'în en-Nesefî (v. 508/ 1115), Şehristanî (v. 548/1153), Fahreddin er-Râzî (v. 606/1203) ve Sey-fuddin e!-Âmidî (v. 631/1233) gibi Ehl-i Sünnet âlimleri imanın bir kalp ve vicdan işi olduğunu benimsemişlerdir. Şer'î imanın hakikati, dinî esas ve hükümleri irade ve istekle tam bir teslimiyet içinde kalp ile tasdik et­mektir. O halde şer'î imanın yegane rüknü kalp ile tasdiktir. Kalp ile tas­dik edileni dil ile ikrar etmek, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani iman­dan bir cüz olmadığı gibi, imanın sıhhatinin şartı da değildir. Dil ile ik­rar, dünyevî ahkâmı tatbik edebilmek için şart koşulmuştur.

İmanın kalbin tasdikinden ibaret olduğuna delâlet eden âyet ve ha­dislerden bazıları şunlardır:

Hz. Yusuf'un kardeşleri tarafından Hz. Yakub'a söylenen "Sen bize İnanıcı değilsin" âyeti. 126 Burada iman kelimesi kalbin tasdiki manasına kullanılmıştır.

Allah Tealâ, münafıklar hakkında:

"Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla inandık di­yenlerle, yahudilerden o küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." 127 buyur­muştur. Bu âyette de^yine iman kalbin tasdiki olarak gösterilmiştir.

Kaiben inanmayıp, dil ile inandıklarını söyleyen bazı insanlar için Kur'an'da şöyle buyuruiur:

"(Bedevi) cırcıplcn, iman ettik dediler. De ki, siz iman etmediniz, fakat ba­ri mü si um an olduk (gözüktük) deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize gir­memiştir." 128

Diğer bir Âyet-i Kerimede ise, küfre zorlanan kimsenin, küfür sözü­nü söylemesinin kalbindeki imanına zarar vermeyeceği ifade edilerek şöy­le buyurulmuştur:

"Kalbi iman ile dolu iken, küfre zorlanan dışında, her hangi bir kimse i-man ettikten sonra Allah'ı inkâr eden, kalbini küfre açanlara ANah katın­dan bir gazap vardır, büyük azap onlar içindir." 129

Bu konudaki hadislerden birinde şöyle bir olay anlatılır: Ashaptan; Usâme b. Zeyd (v. 54/674), bir savaş sırasında yakaladığı düşman nefe|rini, kelime-i tevhidi söylediği halde öldürür. Olay Hz. Peygambere (S); intikal ettirildiği zaman, Peygamberimiz (S): "Öldürdüğün adamın yalar) mı yoksa doğru mu söylediğine nasıl hükmettin, kalbini yarıp baktın mı?'

buyurmuşlardır. Hz. Peygamberin bu "kalbini yarıp baktın mı?" sözü ima nın kalpte olduğuna delildir. 130

Yine Peygamber efendimiz (S), kalbinde hardal, buğday tanesi ka dar ve hatta zerre miktarı iman bulunan kimsenin sonunda Cennete gire ceğini belirtmiştir. 131 O şöyle buyurur: "Allah, Cennetlikleri Cennete, Cehennemlikleri de Cehenneme koyacak, sonra da bakın, kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan birini bulursanız onu cehennemden çıkarın, diyecektir." 132

Bütün bu âyet ve hadislerde iman kalbe izafe edilmekte ve kalbin fii: olarak gösterilmektedir. Buna göre, imanda aslolan kalb ile tasdiktir.



b) İman Kalb ile Tasdik Dil ile İkrardır: Ehli Sünne âlimlerinden Fahru'l-İslâm Pezdevî (v. 482/1089) ve Serahsî (v. 490/1097) gibi bazı âlimler şer'î imanı, kalb ile tasdik, di! ile ikrar şeklin­de tarif etmişler, kalb ile tasdiki aslî rükün, dil ile ikrarı da zaid rükün ka­bul etmişlerdir. "Kavl-i Meşhur" diye şöhret bulmuş olan bu görüş sahip­lerine göre imanın biri tasdik, diğeri de ikrar olmak üzere iki rüknü var­dır. Bu rükünlerden biri eksik olursa iman gerçekleşmez. Çünkü ona dünyevî ahkâmı uygulama imkânı yoktur. Nitekim Mâtüridî ve Eş'arî ke-lâmçılarından bir kısmı imanda İkrarı, imanın bir rüknü olarak değil de sadece dünyevî ahkâmın uygulanabilmesi için bir şart olarak telâkki et­mişler, kalbinde tasdik olduğu halde bunu diliyle ikrar etmeyen kimse­nin -her ne kadar dünyada kâfir muamelesi görse de- âhirette, indellah mü'min olduğunu söylemişlerdir.

c) İman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amelden ibarettir : Mu'tezile,

Havaric ve Zeydiyye imanı, kalb i!e tasdik, dil ile ikrar ve organlarla a-mel şeklinde anlamışlardır. Mu'tezile ve Havaric, şer'î imanı fiil-i ka fiil-i lisan ve fiil-i cevarih olarak tanımlamışlardır. Bu tanımlama, Kerro miyye'nin imanı bir söz, Mürcie'nin ise bir kalb işi, bilgi olarak anlamc sına karşıdır.

Bunlara göre imanın üç rüknü vardır:

a) Kalb ile tasdik,

b) Dil ile H:-rar,

c) Azalarla tatbik etmektir. Bu üç rükünden birisi bulunmadığı taktir­de kişi iman dairesinden çıkar. Böyle birisi Haricîlere göre kâfir, Mu'te-zileye göre ise ne rnü'min, ne kâfir olup, fâsıktır. İmanın rüknü sayılan ameller, Mu'tezileye göre vaciplerdir. Haricîlere göre ise nafile hükmünde olan hususlar bile bunlara dahildir. Buna göre farzlar bir yana, nafi­leleri bile terkedenler küfre düşmektedirler.

Mu'tezile, kendi görüşlerine mesned olarak şu delilleri ileri sürer:



1. İddialarını önce şöyle bir kıyasla isbata çalışırlar:

Dinen vâcib olan şeyleri yapmak, dinin bizzat kendisidir.

Dinden maksat İslâm Dini, İslâm'dan maksat, imandır.

O halde, cavipleri yapmak imandır, yani imanın rükünlerindendir.

Buradaki birinci önermenin doğruluğu için

O halde, vacipleri yapmak imandır, yani imanın rükünlerindendir. i ism-i işaretinin, namaz, zekât gibi vaciplere raci olduğunu söylemekte­dirler. Buna göre âyetin manası, "namaz, zekât gibi vacipleri yapmak en doğru dindir." 133şeklinde anlaşılır.

Dinden maksadın İslâm dini olduğuna ise "Allah katında din İslâmdır." 134 âyeti ile,

"Kim İslâmdan başka bir din ararsa ondan (dini) kabut edilmeyecektir."'! 135

âyetini delil göstermek suretiyle vacipleri yapmanın imanın rükünlerin^ den olduğu neticesini çıkarmaktadırlar.

Halbuki bu kıyasın ilk önermesini isbatta kullandıkları âyette geçeni "Zalike" ism-i işareti, - müfred ve muzekker olduğu ve vaciblerin ise mü-ennes ve cemi olması sebebiyle- vâciblere değil de, yine aynı âyette da­ha önce geçen "ihlâs" kelimesine dönmektedir. Bu itibarla ilk önermesij doğru olmayan böyle bir kıyasla varılan neticede çürütülmektedir.



2, Mu'tezile'nin ikinci delili,

'Allah imanınızı zayi edecek değildir." 136 âyetidir. Mu'tezile bu âyetteki "imaneküm" kelimesini "Salâteküm" olarak anlar ve namaz kılmanın imandan cüz olduğunu iddia eder. Ehl-i Sünnet ise âyetteki "imanekünV'ü bizza namaz değil, namazın farz olduğunu tasdik şeklinde anlamıştır.



3. Mu'tezile, Hz. Peygamber (S)in,

"Zina eden, mü'min olduğu halde zina etmez" 137 hadisini de kendi anla yışına uygun olarak yorumlayıp amelin imandan bir cüz ve rükün olduğı tarzında anlamışlardır. Ehl-i Sünnet ise bu hadiste geçen mü'mini, kâmr iman sahibi olan kişi diye anlamıştır.

İmam Mâlik (v. 179/795), Evzai (v. 157/774), Şafiî (v. 204/819), A m$d b. Hanbel (v. 241/855), İbn Hazm (v. 456/1064), İbn Teymiyye (v. 723. 1328) gibi bir kısım Ehl-i Sünnet âlimleri de taatîer imandandır, iman söz. ikrar ve ameldir demişlerdir. Ancak imanın taatler, ameller bulunmadan da bulunduğunu belirtmişler ve taatleri terkedenin, yahut büyük günah işleyenin kâfir olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre taatler, tabi olma yönünden imandandır. Yoksa imanın aslından değildir. 138

d) İman Dilin İkrarıdır : tvlürcie ve Kerramiyye mezhepleri imanı, dece tasdik-i kavilden ibaret görüp, inanılması gereken hususları kalbi; tasdiki olmaksızın, dil ile ikrar etmektir, diye tarif etmişlerdir. Bunla Kur'an'daki;

"(Ey Mü'minler), şöyle deyin: Biz Allah'a ve Bize indirilen Kur'an'a, İb­rahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilenler, Musa'ya, İsa'ya verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere Rableri tarafından veri­len kitaplara iman ettik..." 139 âyetini ve:

"Onlar şöyle derler: Ev Rabbimiz, iman ettik, şimdi bizi şehadet getiren-let-İe beraber yaz." 140 gibi, imanlarını dil ile söyleyenlerin durumunu İş di ren âyetleri delil getirirler.

Ayrıca Hz. Peygamber (S) İn; "İnsanlar «Allah'tan başka tanrı yok' tur, Muhammed onun elçisîdir» deyinceye kadar kendileriyle savaşmayc emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını (canlarını) ve malla­rını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir." 141 hadisiyle delil getirirler. Hal­buki mezkûr hadis, imanın mücerred dilin ikrarından ibaret olduğuna der lil olmaz. Sadece diliyle ikrar edenlerin dünyevi muamele olarak mü'min muamelesi göreceklerine delildir. Eğer İman sadece dilin İkrarından iba­ret olsaydı, münafıkların gerçek mü'min olmaları gerekirdi. Halbuki du rum böyle değildir.



e) İman Kalbin marifetidir, bilgisidir : Cehm b. Safvan'ın (v. 128/745) kurucusu oLduğu Cehmiyye mezhebine göre iman, kalbin marifetinden ibaret olup, tasdik olmaksızın Allah'ı ve Hz. Peygamberin haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir.

Tasdik île ma'rifetin her ikisi de kalbi bir iş olmalarına rağmen arak­larında farklılık vardır. Tasdik kalbte bir kesb ve ihtiyar neticesi meydan na gelir. Ma'rifet ise kesb ve ihtiyar olmaksızın kalpte beliriveren bilgi dir. Çeşitli sebeplerle kalpte meydana gelen mücerred bilgiye iman denj-mez. İman denilebilmesi için, bilgiden öte iradî bir boyun eğişin, teslimi­yetin bulunması gerekir. İmam Matüridî (v. 333/944) imanın, kalpteki mü­cerred bilgiden ibaret olmadığını söylemiş ve "ma'rifet, cehaletin zıddı-dır. Halbuki imanın zıddı küfürdür. Eğer iman ma'rifet olsaydı, bilgisizli­ğin küfür olması, dolayısıyla her cahilin kâfir, her âlimin mü'min olması gerekirdi ki bu mümkün değildir." 142 demiştir. Eğer iman ma'rifet olsaydi, yahudi ve hıristiyanların Hz. Peygamberi, Şeytanın da Allah'ı bildiği içip mü'min olmaları gerekecekti. Bu ise Kur'an âyetlerine aykırıdır., 143



İmanda Artma Ve Eksilme

Dinin temeli olan iman, kalbe ait bir akit, tasdik ve hükümdür. Bü­tün iman sahipleri, durumları ne olursa olsun, bu akid, tasdik ve hüküm­de birleşirler. Bütün mü'minler arasında birlik noktası olan bu tasdik ba­sittir, ziyadeüği ve noksanlığı, artmayı ve eksilmeyi kabul etmez, bütün inananlar bu noktada eşittirler."

Ancak İslâm mezheplerinden Eş'arî ve Mu'tezile'ye göre iman a tar, eksilir. Bunu amel yönünden artma ve eksilme olarak anlamak mükündür.

İmam Ebu Hanife ve ashabına, Ehl-i Sünnetten bir çok âlime göre iman ne artar, ne eksilir. O, ne ise odur. İmanda herkes eşit olup fark ancak işlenen amellerdedir. Ebu Hanife bu görüşünü "ef-Fıkhu'l-Ekber" isimli eserinde açıklar. "el-Vasiyye"sinde ise şöyle der. "İman ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Çünkü imanın artması ancak küfrün azalma­sıyla, eksilmesi de küfrün artmasıyla tasavvur olunabilir. Bu, bir şahsın aynı anda hem mü'min hem de kâfir olmasını gerektirir ki, bir şahsın ay­nı anda mü'min ve kâfir olması nasıl mümkün olabilir?"144

Ebu Hanife bu sözüyle, isyan ve günahın, imana aykırı olmadığına, isyan ve günahın insanı imandan çıkarmayacağına işaret etmiştir. İma­nın tasdikten ibaret olduğu kabui edilince, tasdikin hakikati tek bir şey olup, artma ve eksilme kabul etmez. Eğer iman tasdikten ibaret olmayıp da ibadetler, taatler ve güzel ameller imandan sayılırsa, bunların artma­sı ve eksilmesiyie iman da artar ve eksilir. 145

İmanın aslı olan tasdikte, hükümde artma ve eksilme olmaz.

İmanın artması ve eksilmesi konusundaki anlaşmazlık lafzidir. Çün kü imandan kastedilen tasdik olursa, artma ve eksilmeye mahal olmaz^' ibadet ve taatler olursa, bu taktirde ziyadeliği ve noksanlığı kabul ederj Zira taat, tasdiki tamamlayıcıdır. Bu ise imanın kuvveti demektir. 146



İmanda îki yönden artma ve eksilme sözkonusu olur:




a) İman, kuvvet ve zayıflık yönünden ziyade ve noksanlığı kabul e der. Tasdik; ferah, hüzün, gazap, öfke gibi nefse ait keyfiyetlerdendir^ Bu bazan kuvvetli bazan da zayıf olur. Eğer böyle olmasaydı Hz. Peygam-i ber (S)in imanı ile ümmetinden her hangi birinin imanı arasında eşitlik| sözkonusu olurdu. Bunun için Hz. İbrahim Allah Tealâ'dan ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini isteyince, Cenab-ı Hakk'ın kendisine: "Yoksa1 inanmadın mı?" sorusu üzerine verdiği cevapta:

"Evet, inandım, lâkin kalbimde itmi'nan ve sükûn olsun için." 147 demişti

Bu şekilde imanın ziyadeliği, ona daha yüksek bir kuvvet ve revnak ve­rerek heyecan ve kemâlini artırmaktır.

b) İman bir de tafsil bakımından artma ve eksilmeyi kabul eder. Bu, tasdikin kemiyet, nicelik ve adet, sayı bakımından artması demektir. Hz. Peygamberin Allah katından tebliğ ettiği hükümlerin hepsinin hak oldu­ğuna - şer'î ahkâm tebliğ olunmazdan evvel- icmalî olarak iman ettik­ten sonra hükümler îebiiğ olundukça onlara1 da tafsiien ve ayrı ayrı iman etmek, imanı ziyadeleştirmek olarak kabul edilir. Bu, kemiyet, nicelik ba­kımından artmadır.

Kısaca, imanın artmasını ve eksilmesini kabul edenler bununla şer'î imanı anlamışlar, bunun ziyade ve noksan olmasını ise kuvvet ve zayıf lık veya icmâ! ve tafsil, veyahut inanç esaslarının artması şeklinde anld mışlardır. Gerçekte iman, tasdik, akid ve hüküm olarak değişmez.

Kur'an-ı Kerim'deki İmanlarını artırdı 148 ve İmanları üstüne iman artırsınlar149 mealindeki âyetlerde sözkonusu edilen iman ziyadeliği kuvvet arij. lamında olup, amel ve taatlerin kalpteki tesirleridir. Amel ve taatin ka!l{ be tesir etmemesi de iman eksilmesi olara kanlaşilır, hatta masiyetle'rİ rünahlar iman mahalli olan kalbi karartır.

Su şekildeki imanın artmasını ve eksilmesini, kalp huzuru ile ibade-ı te devam edenler ve bazan da ibadet ve taat konusunda gevşeklik gös­terdikleri zamanlarda iman ve itikadda meydana gelen değişikliği yaşa­yanlar ancak anlar. "

Müminler",ancak Allah zikredildiğl zaman kalpleri titreyen, Allah'ın ayetleri okunduğu saman İmanları artan..."150 âyetinde sözkonusu edilen man, kalpte tasdik ve hüküm olarak bulunan iman olup amellerle kuv­vetlenen, nitelik ve nicelik bakımından vasfında değişiklik olan ama özzat bakımından değişmeyen imandır. Bu husus, Hz. Peygamberin bhadislerinde de ifade edilmiştir:

"İman yetmiş küsur şu'bedir. En üstünü Kelime-i Tevhid'dir, En aş ğı şubesi de, eziyet veren bir şeyi yoldan uzaklaştırmaktır. Haya da ima dan bîr şubedir."" 151hadisinde olduğu gibi.

Ameller kalpteki imanın dışarıya akseden tezahürleridir, zayıf ye kuvvetli olusunun işaretleridir. 152

7-İmanın Sıhhati

İmanın sahih ve kabule şayan olması için üç şartın bulunmasi g'ere-Bunlar:



1) İman, yeis ve ümitsizlik halinde olmamalıdır. Mü'min olmayan bi­risi, tam ölüm halinde iman etse, bu imanı makbul değildir. Allah Teaiâ:

Azabımızı gördükleri vakit, imanları kendilerine fayda vermez." 153 buyuruyor. İman bir kalp ve vicdan işi olduğundan, insanın her bakımdan normal olduğu anlarda gerçekleş­melidir.



2) Mü'min zarurât-ı diniyyeden sayılan şeylerden birini inkâr veya takzib etmemelidir. Zarurat-ı Diniyye, bir müslüman için din yönünden bellenmesi mutlaka gerekli olan şeylerdir. Bunlar, Hz. Muhammed'in Al­lah katından tebliğ edip haber verdiği kesin olan esaslar, hüküm ve ha­berlerdir. Zarurat-ı Diniyye denen ve dinin esasları olan bu hususları bir mü'min kalben tasdik edip kabullenmesi farzdır. Bunların bilinmesi, Hz. Peygamberden tevatür yoluyla nakledilmesiyle olur. Tevatür yoluyla na­kil, yani mütevatir haber akaidde bilgi kaynağı olduğundan Zarurat-ı Di-niyye'ye inanmak farzdır.

Meselâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu tevatür yoluyla bize kadar gel­miştir. Kur'an'ın Hz. Muhammed'e Allah tarafından nazil olduğu müteva­tir haber olarak bilinir. Biz mü'minler, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu böyle bilir, onu tasdik eder ve inanırız. Bu durum müslüman için zaruret­tir, zorunluluktur. Buna inanmayan müslüman sayılmaz. Kur'an'ın kesin ve açsk bir tarzda beyan ettiği namaz, oruç, zekât de böyledir, onlar da Zarurat-ı Diniyye'den olup inanılması farz hususlardandır. Bunlara İnan­mayanlar dinden çıkar.

Bu ibadetler gibi zina, içki, kumar, hırsızlık vb. haramlar da Kur'an'-da kesin ve açık olarak yer aldığından bunların haramlığına iman da Za-rûrat-t Diniyye'dendir. Mü'minin zaruri olarak kabullenip tasdik etmesi gereken hususlardandır. Zarurat-ı Diniyye'den olan bir helâli haram, ya­hut haramı helâl kabul etmek veya bunlardan birini inkâr imandan çık­mayı gerektirior. Ancak inkâr etmeden bunlardan biri işlenirse günahkâr olunur. Aynı şekilde, namazı inkâr etmeden kılmayan kimse de günah işlemiş olur.

3) Dinî hükümlerin, emir ve yasakların yüce ve ilâhî hikmet gereği olduğunu kabul etmek, bunları yerine getirmede inat ve tekebbür, gurur ve kibir göstermemek icabeder.

Allah hakimdir, hikmet sahibidir. O ne emretmişse güzeldir, bir hik­met gereğidir. O neyi yasaklamışsa da çirkindir, onu yapmamak gerekir. Müslüman, dinî hükümlerin her birinin güzel ve bir hikmet icabı olduğu­nu bilir, öylece inanır. Bunları işlemede asla gurur ve kibire kapılmaz, ibadetleri, namazı, orucu hafife almaz. Namaz ve oruç gibi bütün dinî hü­kümleri beğenmemezlik etmez, kendi kendine yorum yaparak ibadetlerin ve dinî hükümlerin güzel olmadığına, işlenemiyeceğine hükmetmez.

Sırf Allah'ın emirlerini yapmamak amacıyla dinî bir görevi yerine ge­tirmeyen veya Allah'ın yasak ettiğini bildiği halde inadına haram olan bir şeyi işleyen kimse imandan çıkar. Dinî emirler konusunda inat ve tekeb­bür, büyüklenmek, onları hafife almak ve beğenmemek imanı küfre çe­virir. 154

8 -İman - Amel Münasebeti

Daha önce de ifade edildiği gibi, dil ile ikrar imanın hakikatine da­hil olmadığı gibi, amel de imanın hakikatine dahil olmayıp imandan cüz, parça, kısım değildir. Ancak iman, gaye ve hedefi bakımından mücerred bir itikaddan ibaret, amelî değerden yoksun vicdanî bir iş de değildir.

İman aslında kalpte tahakkuk eden bir tasdik, kalbî bir iştir, fakat dışa taşması, dışta görünmesi, tezahür etmesi gereken kalbî ve vicdanî bir iştir. Kâmil bir iman, amel olarak insanın davranışlarında mutlaka kendini göstermelidir.

İman; tasdik, ikrar ve bütün amellerdir diyen selefin amacı kâmil, her bakımdan olgun imandır. İmanın kemâle ermesi, olgunlaşması için dinî vecibeleri yerine getirmek, amelde bulunmak gerekir. Zaten bütün ibadetler, ahlâkî faziletler hep imanı kemâl, en üstün noktasına çıkar­mak için emir ve tavsiye edilmiştir. Olgun ve kâmil bir imana sahip omak için kuru bir tasdik, ağızda kalan bir ikrar yeterli değildir. Allah'a, kendisine, ailesine ve topluma karşı olan dinî vazifeleri ifa etmek zaru­ridir.

Sadece kalpte kalmış, amel olarak dışarıya aksetmemiş bir imanın pek o kadar faydası yoktur. İman nuru kalbi parlatıp aydınlattığı, ihsa­nın içini ışıklandırdığı gibi, onun dışını da aydınlatmalıdır. Bunun için iba­det ve güzel ameller gerekir. Allah'ın ve Peygamberinin emir ve tavsiyele­rini tutmak icabeder. Aksi taktirde kalpteki tasdik amellerle takviye ol­mazsa, onun bir gün kararıp sönmesinden, yok olup gitmesinden korku­lur. Nasıl ki bakımı ve sulanması tam olmayan bir ağacın meyve verme­si sözkonusu olmazsa, amellerle bezenmeyen imanın da meyvesi az o-lur. İman ve güzel ameller birbirini besler, biri diğerini takviye edip güç­lendirir. Birinin kemâli diğerine bağlıdır. İman ameller üzerine, amel1 de iman üzerine etkilidir.

İmanlı olduğu halde tembellikten, nefsî arzularından dolayı ibadet ve amelleri terk eden mü'min, imandan çıkmaz, ama âsî ve günahkâr o-lur. Bu tarz hayat yaşayan mü'rninler Allah'ın azabını haketmişlerdir. Allah Tealâ onları dilerse affeder, dilerse cehenneminde bir süre azap eder.

Amelin imandan cüz olmadığına dair beyanda bulunan âyet ve ha­disler pek çoktur. Bir kaç örnek vermek gerekirse şunlar zikredilebilir:,

Kur'an-i Kerim'de orucun farz kihnışıyla ilgili âyette:

"Ey îman edenler, oruç size farz kılındı." 155 buyurulmuştur. Burada yejnj bir amelî hüküm emredilmektedir, ama bu amel yokken de "iman edeh-ler" diye hitabedılmektedir.

Yine; " İman edip salih mel işleyenler..." 156 âyetinde ve benzeri âyetlerde amel ve iman ayrı ayrı zikredilmiş ve birbirlerine atfedilmiştir. Arapça dil kurallarına göre bir-biri üzerine atfedilen şeyler ancak farklı şeyler olabilir. Bu bakımdan bu ve benzeri âyetler, iman ve amelin birbirinden ayrı şeyler olduğunu gös­termektedir. Eğer amel imanın bir parçası olsaydı, sadece "iman eden­ler" denir, ayrıca "şalin amel işleyenjer" demeye hacet kalmazdı. Çün-i kü "Ahmet geldi" dediğimizde Ahmet'in birer cüz'ü, parçası olan ayak, kol ve kafasını ayrıca zikretmiyor, "Ahmet'in ayakları ve elleri geldi" de­miyoruz.

Kur'an'da bazı âyetlerde de iman, amelin geçerli olabilmesi için şart koşuîmuştur. "Kim mü'min olduğu haîde iyi ameller işlerse, o zulme uğ­ramaktan vs hakkının yenmesinden korkmaz," 157 âyetinde iman amelin şartı yapılmıştır. Eğer iman ile amel aynı şey veya amel imanın bir par­çası olsaydı, iman ile amel ayrı ayrı zikredilmez ve birbirine şart koşul-mazdı. Çünkü yine arapça dil kurallarına göre şart ile meşrut ayrı ayrı şeyler olmalıdır.

Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetlerinde büyük günah işleyen bazı mü'min-lerden bahsedilirken onlardan iman soyutlanmamıstır. Meselâ: "Mü'min-lerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını (bulup) barıştırın." 158

âyetinde büyük günah olan öldürme fiilini işleyenlere "mü'minler" diye hitabedilmiştir. Eğer amel, imanın bir parçası olsaydı bu kişilere mü'min denmezdi.

Peygamber efendimiz (S)in saadet asrından günümüze kadar kalbin­de imanı bulunduğu halde amellerde kusur eden, farzlardan bazılarını işlemeyen yahut bazı haramları irtikâb eden kimseleri, müslüman âlimler mü'min saymış ve böyle birinin mü'min olduğunda icma etmişlerdir ki, ameli imandan bir eüz, imanın bir rüknü sayan görüşlere rağmen amelin imandan cüz olmadığını ortaya koyan aklî ve nakîî pek çok delil vardır.

Bu konuda İmam Azam şöyle bir açıklamada bulunur: Amel imandan ayrı bir iştir. îman da amelden başkadır. Çoğu zaman mü'minden dinî hüküm olarak amel kalkar; fakat o halde iken imanı kalkmaz, kendisin­den iman gitmez. Orada iman yok demek caiz olmaz. Meselâ, hayz ve nifas halindeki bir kadından Allah, namaz ve orucu kaldırmıştır, o halde iken namaz kılamaz, orucu ise sonra kaza eder. Fakat böyle kimseler­den Allah imanı kaldırdı demek sahih ve caiz olmaz. Bu durumdaki ka­dına, "orucu tutma, kaza et" denildiği halde, imanı bırak kaza et denil­mez. Çünkü imanı terketmek küfürdür. Ayrıca fakirin zekâtı yoktur, denildiği halde, imanı yoktur, denilmez. Hatta zekât vermeyenin imanı yok­tur dahi denilmez. O halde, iman ve amel ayrı şeylerdir. 159

Mu'tezile ve Havâric gibi Seief âlimleri de ameli imandan cüz say­mışlardır. İman; akid, kavi ve amelin, yani kalb iie tasdik, dil ile ikrar ve organlarla amelin toplamıdır, demişlerdir.

Onların bu görüşü ile, amel imandan cüz değildir diyenlerin görüşü arasında bir zıdlık yoktur. Şöyle ki; Selef âlimleri de amel bulunmazsa! iman gider dememişlerdir. Böylece Ehl-i Sünnet âlimleri arasında amelin! imandan cüz olmadığı konusunda fikir birliği sözkonusudur. Ancak Mu'-İ tezile ve bilhassa Havâric ameli imandan cüz saymışlar, ameli olmaya-j n:n imanının da olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Selefe göre amel, mut-j: lak İmanın rüknü olmayıp imanın kemâiindendir, kemâlinin şartıdır. İmaj nı olduğu halde günah işleyen mü'min âsidir, günahkârdır. İşlediği güfl nahı helâl saymadıkça imanı yine bakidir. 160

9-Büyük Günah

Dinî terim olarak "e!-Kebire" denilen büyük günah; şeriatm hakkın da tehdit edici bir nass, bir vaid, ceza tahsis ettiği suç, şeklinde tarif e dilmiştir. Ayrıca, kulun üzerinde ısrar ettiği her günah kebiredir, istiğfa ettiği günah da sağiredir, diyenler de olmuştur. Çünkü: Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki (gi filediğine affeder," 161 buyurulmustur.

Büyük ve küçük günahlar arasında zatî bir ayırım yapmayanlar bu âyeti delil kabul ederler. Ancak bununla birlikte büyük günahların bilin­mesi ve sayılarının tesbiti önem kazanmıştır. Zira büyük günah işleyenin imant durumunun ne olduğu, küfre düşüp düşmediği ve hangi suçların büyük günah olduğu konuları tartışmalara yol açmıştır. Büyük günahla­rın dokuz, on, oniki olduğu hadislere dayanılarak zikredilirken, bazıları tarafından bu sayı yetmişe, hatta 476 ya kadar çıkarılmıştır.

Günah, farsça bir kelimedir. Allah'ın emirlerine aykırı olarak görüIen iş, dinî suc manasına gelir. Yasak olanı yapmak, emrin zıddıni yak­mak, hakkında itab veya azap olan her fiil için kullanılır. Günah kelime­sinin arapçada karşılıkları çoktur: Zenb (rezil ve alçak olan), ism (helâl ve mubah olmayan, kalbi inciten, başkalarının bilmesinden hoşlanılma­yan), masiyet (itaatsiz ve âsî olmak), hata (kasten veya kasıtsız günah­lar), seyyie (ayıp, kusur), fahişe (gayet çirkin günah, yüz kızartıcı İş ve söz), kabiha (çirkin, kötü şey), zelle (ayak sürçme, söz ve fiilde hata}, fisk (kabuktan çıkmak, din hadlerini çiğnemek), fücur (başkalarının bil­mesi istenmeyen), cürm (en ağır günah), sağire (küçük günah), kebi­re (büyük günah) gibi.

Kebire; kabirde ve mahşerde azabı gerektiren, yükselmeye enge fıtrata aykırı olan şeylerdir. Haram olduğu nass ile sabit olan veya Al lah'in işleyeni ateş azabıyla tehdit ettiği, yahut işleyene had cezası ge reken, ya da işleyeni kâfir adını alan günahlar kebiredir, diyenler oldu ğu gibi, Allah'ın yasak ettiği her şey büyük günahtır, diyenlerde vardır.

Hadislerde on iki olarak zikredilen büyük günah (kebire) lar şunjar



1. Allah'a şirk koşmak.

2. Haksız yere adam öldürmek.

3. İffetli, temiz bir kadına iftira etmek

4. Zina yapmak.

5. Düşmana hücum esnasında firar etmek.

6. Sihirbazlık yapmak.

7. Yetim malını yemek,

8. Müslüman ana - babaya âsî olmak.

9. Emredilenleri yapmamak, yasakları yapmak suretiyle aileye jfflrşı istekameti terketmek.

10. Faiz yemek,

11. Hırsızlık yapmak.

12. İçki içmek.

İslâm kelâm mektepleri, mü'minin büyük günahlarla münaseb^hi, şer'î iman konusundaki anlayışlarına bağlı kalarak açıklamaktadırlar.;

Mu'tezile'ye göre, kebire işleyen ne mü'mindir, ne de kâfirdir, (Ba­sıktır, iki menzile arasında bir menzilededir. Büyük günah sahibi, iniffllın

rükünlerinden biri olan ameli terkettiğinden mü'min değildir. Ancak fir de değildir, zira onda imanın bir diğer rüknü, tasdik vardır. Fakajİ: fâsıktır, tevbesiz giderse ebedî cehennemde kalır. Dünyada iken mürte

hükmünde olmayıp müslümandır, kendisine islâm ahkâmı uygulanır.

Haricîlere göre, kebîre, hatta sağire işleyen bile kâfir olur. Bunlar göre amel farz olsun, nafile olsun imandan bir rükündür. İman ile kyft arasında da bir vasıta, ara bir makam yoktur.

Ehl-i Sünnete göre, büyük günah işleyen kimse imandan çıkmaz ve küfre düşmez. Kebire sahibi mü'mindir, kafir değildir. Çünkü iman tasdik­ten ibarettir ve amel imandan cüz değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymamak, onu hafife ve alaya almamak şarttır. Haram helâl sayılırsa küfre düşülür. Ehl-i Sünnet mensupları bu konuda şu âyetleri ve benzer­lerini delil getirirler:

"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı." 162

"Ey iman edenler, yürekten, halis bir tevbe ile tevbe ederek Alları dönün ki, Rabbiniz kötülüklerinizi (günahlarınızı) örtsün." 163

"Eğer mü'minlerden iki zümre birbirleriyle vuruşurlarsa...'!: 164

Bu âyetlerde Allah, âsî olan büyük günah sahiplerini mü'min olarak vasıflandırmıştır. İkinci âyette tevbeden bahsedilmektedir. Tevbe ise an­cak işlenen günah için yapılır.

Mu'tezilenin delil olarak kabul ettiği :

"Mü'min olan hiç fasık olan gibi o!ur mu? Bunlar bir olmazlar." 165 âyetin de söz konusu olan fâsık kâfirdir. Âyette geçen mü'minin mukabili, ke bire sahibi değil, küfür sahibi fasıktır.

Büyük günah meselesi, imanın hakikati bahsine bağlı olduğu için itikadî mezheplerin büyük günaha bakışları, onların iman anlayışlarını bir uzantısı seklindedir. 166



10- Mukallidin İmanı

İmanı, ikrar, bilgi ve amel diye tanımladıkları için Mu'teziîeye gör taklidi imanın bir kıymeti yoktur. Onlar imana kendi akılcı sistemleri ge reği, bilgiyi de katlamışlardır. Yani insan, dil ile ikrar etmek, iyi ameller de buiunmak ve aklı ile İslâmın temel prensipleri olan Allah ve peygam ber fikrine ulaşmak suretiyle gerçek imana erer. Yoksa mukallidin ima nı sahih değildir. 167

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, taklid yoluyla iman eden mukallidi imanı sahihtir. Mukallid, eğri veya doğru olduğunu düşünmeden bir boşi kasının söylediğini kabul ve tasdik edendir. İmanda itikad-i câzim, yakînj ve tasdik olduğundan, mukalfidde bunlar tahakkuk eder. Ama bunla ilim ve marifet yoluyla değil, taklid yoluyla olur. Eğer mukallid, nazar v istidlal yapaeak güçte iken bunları terkediyorsa ayrıca günahkâr olu ama imandan çıkmaz, mü'mindir. Mü'min ise, imanını taklidden tahkik geçirmek zorundadır. İmanın kuvvetlenmesi için bu şarttır. 168

11-Tasdik Ve İnkâr Bakımından İnsanlar

Tasdik ve inkâr bakımından insanlar kısımlara ayrılırlar: 169



a) Mü'min:

İnanç esaslarını kalb ile tasdik, di! ile ikrar edip bununla birlikte Â\ lah'ın emirlerini yapan ve yasaklarından sakınan, bütün varlığı ile Allah'ı hükümlerine teslim olan kimse gerçekten müslim ve mü'mindir. Bu, he Allah katında, hem de insanlar nazarında mü'mindir, kâmil müslümandır, Mü'minin bundan aşağı dereceleri de vardır.

Peygamberin bildirdiklerini kaîb ile tasdik edip dil ile ikrar ettiği hal de şu veya bu sebepten büyük günahlardan bir veya bir kaçını işleye kimse de mü'mindir, ancak bunun imanı kemâle ermemiştir.

Bir de iman esaslarını kaib ile tasdik edip dil ile söyleyen, farz old ğunu kabui ettiği halde, amel ve taati olmayan kimse de mü'mindir,| cak amel ve taati yoktur. 170



b) M ü n a f Ik :

Dil iie şehadet kelimesini veya kelime-i tevhidi söylediği halde, kalbi söylediğini tasdik etmeyen ve inanmayan kimse münafıktır. Münafık, sö­zü özüne uymayan, olduğundan farklı görünen kimsedir. Münafık, gizli kâ­firdir, asla müslüman değildir. Kur'an'da münafıklar hakkında çok şiddetli hükümler vardır. Onlar cehennemin en alt tabakasında cezalanacaklar-dır. 171Münafikûn Suresi'nde münafıkların özelliklerinden bahsedilir. Onlar yalancıdırlar, imanları sözle dillerindedir, kglblerinde değildir.

Münafık, dünyaya ait bir menfaatinden dolayı müsiüman gözükür. Ken­disine, zahiren müslüman gözüktüğü için, İslâm'ın hükümleri uygulanır, müslüman muamelesi görür. Ama gerçekte kalbinde tasdik olmadığı İçin, o kâfirdir. İnsanların inkâr bakımından en tehlikelisi münafıklardır. 172

c) Kâfir:

Küfür, örtmek, nimeti inkâr etmek manasına gelir. İman edilmesi ge­reken şeylerden birisini veya hepsini kalben inkâr ve tekzib eden ve bu­nu dil İle de söyleyen kimse kâfirdir. Asıl olan kalben inkâr ve yalanlama­dır, ancak mecburiyet olmadığı halde kendi isteği ile inanılması gereken şeylerden birini veya hepsini dili ile inkâr ve îekzib eden de kâfir olur. 173



Küfür bazı kısımlara ayrılır:



1. Cehlî Küfür : Allah'ın varlığını ve sıfatlarını cahilliği sebebiyle bil­memektir. Oysa insanın Allah'ın âyetlerini dinlemesi, kâinatta Allah'ın varlığına işaret eden delil ve emarelere bakıp düşünmesi, böylece Allah'ı tanıması ve sıfatlarına inanması gerekir. Bunları yapmayan kişi, cahilliği sonucu kâfir olur.

2. İnadı veya İnkârî Küfür : Âlemin yaratıcısının ve sahibinin Allah olduğunu bilmesine rağmen inat ve inkârdan dolayı iman etmeyenin küf­rüne inadı veya inkârî küfür denir. Bunun üç sebebi vardır: '

a) Kibir, kendini beğenmişlik, gurur. Fir'avn ve benzerlerinin küfrü

b) Mevki ve mansıb endişesi. Bizans İmparatoru Heraklius'un küf

c) Kınanma ve ayıplanma korkusu. Ebu Talib'in küfrü gibi.

3. Hükmî Küfür : Allah'ın ve Rasûlünün tekzib alâmetleri olarak bil­dirdikleri hareketleri yapmak veya sözleri söylemek suretiyle İslâm'dan çıkmaktır.

Küfrün ilk iki çeşidi açıktır. Hükmî küfür ise biraz zor anlaşılır. Bu­nun için hangi hareket ve sözlerin küfür manası taşıdığı bilinmelidir. Öy­le söz ve davranışlar vardır ki, kişiyi dinden çıkarır, fakat o kişi hala ken­dini mü'min saymakta devam eder.

Nesefî'nin Akaid risalesinde küfür halleri yedi olarak bildirilir:

1. Nasslar zahirleri üzere hamlolunurlar. Bâtın ehli gibi, zahirden vazgeçip başka manalara sapmak, İslâm'dan çıkmayı ve küfrü gerektirir.

2. Nassları reddetmek küfürdür.

3. İster büyük ister küçük olsun günahı, haramı helâl saymak kü­fürdür.

4. Şeriat ile alay etmek küfürdür.

5. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek küfürdür.

6. Allah'ın azabından emin olmak küfürdür.

7. Gaybdan haber verdiğini iddia eden adamın haberini tasdik et­mek küfürdür.

Konularına göre küfür söz ve hareketleri tasnif eden müstakil çalış­malar yapılmış, "Elfaz-ı Küfür" isimli eserler yazılmıştır. 174



d) Müşrik:

Allah'a zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde eş, ortak koşan, Allah'ın yanında başka ilâhlar edinen kimse müşriktir.

Şirk, ortaklık demektir, birlemek manasına gelen Tevhid'in zıddıdır. Şerik kelimesinin çoğulu "Şürekâ"dır. Kur'an bütün insanlığı bir, tek Aİ-lah'a inanmaya davet ediyor; yalnız, eşi, benzeri olmayan tek mabut Al­lah'a ibadet etmeye çağırıyor. Şirk en büyük günahtır. Nitekim Kur'an'da en büyük günah olan şirkin bağışlanmayacağı, şirkten başka diğer bü­tün günahların ise bağışlanabileceği haber verilmektedir. 175

Şirk, insanın yücelip Allah'a ulaşmasını engelleyen, insan şeref ve haysiyyetine aykırı, insanı alçaltan bir inkâr türüdür. 176



Şirkin çeşitleri vardır:


1.Şirk-i İstiklâli : Ortak koşma,,çeşitlerinin en açığıdır. Yeryüzünde­ki varlıklara tapma şeklinde tezahür eder. Allah'ı bırakarak taşa, topra­ğa, ağaca, aya, güneşe, insana tapma şeklindeki şirk, "şirk-i istiklâlî"dir. Burada Allah'tan başka müstakil olarak bir ilâh kabul etme vardır. Al­lah'ın dışında ilâh edinme söz konusudur. Hayır ilâhı ve şer ilâhı olarak iki ilâh kabul eden Seneviyye ve Mecûsîler şirkin bu türü içindedirler.

2.Şirk-i Teb'iz : Allah'a inanmakla birlikte O'nun yanında başka şe­rikler, ortaklar kabul etmek "şirk-i teb'iz" dir. Hıristiyanların teslis akide­si, ilâhı üç kabul etmeleri buna örnektir. Hıristiyanlara göre Baba, Oğul, Ruhu'I-Kudüs şeklinde üç ilâh birdir. Bu anlayışa göre uluhiyette parça­lanma, böiünme vardır. İlâhlık üç uknumda, unsurda bulunur.

3.Şirk-i Takrîb : Âlemin yaratıcısını kabul etmekle birlikte, O'na ya­kınlığı temin etmek, O'nun huzurunda şefaatçi olmak üzere putlara, hiç­bir fayda ve zarar veremeyecek olan cansız, insan eliyle yapılmış eşyaya tapınmaktır. Veseniyye, putperestlik denilen bu şekildeki tapınma, şirk çeşitlerinin en âdisidir. Kur'an'da bu tür şirk şekli pek çok âyette yeril­miş ve yasaklanmıştır. 177

4.Şirk-i Taklîd : Başka birini taklid ederek Allah'tan başkasına tap­mak, Bazı insanların kendi aralarından bazılarını Rabb kabul etmeleri, onların emir ve yasaklarını ilâhî dereoeye yükseltmeleri bu tür şirkin ala­nı içine girer, Yahudi ve Hıristiyanların din adamlarını Rabb haline yük-ssltişleri Kur'an'da tenkid edilir.

Allah Tealâ Kur'an'da şirk-i taklidi şöyle beyan ediyor :

"Hiç birimiz Allah'tan başkasına tapmayalım. Ona hiç birimiz, birbirimizi ortok koşmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabb edinmeyelim."" 178

5.Şirk-i Esbâb : Sebepleri, eşyanın tabiatlarını, tabiat kanunlarını ilâh mertebesine çıkararak, onları hakiki müessir kabul etmek. Tabiatta, âlemde yürürlükte olan Sünnetüllah'ı reddederek her şeyi esbaba bağ­layan Tabiiyyûn ve taraftarlarının şirki bu türdendir.

6.Şirk-İ Hafiyy (Gizli Şirk) : 8u, mü si uman I arın amellerini gösteriş, ri­ya olsun diye yapmalarından kaynaklanır. Ayrıca bazı insanlar, kendi nefis­lerini haberleri olmadan ilâh derecesine yükseltirler ki bu da bir nevi şirktir. Allah buna Kur'an'da şöyle işaret ediyor:

"Kendi heves ve arzularını ilâh edineni gördün mü?" 179

Tevhid inancına ters ve zıt düşen, kalpteki tasdik şeklindeki imanı yok eden şirk, Allah'a ibadet ve taatta bulunulmasını engeller. Kâmil ima­nı korumak için küfür, nifak ve şirk bataklığına düşmemek gerekir.

Küfür, iman ve islâm esaslarının hepsini veya bir kısmını inkâr olur­ken şirk, tevhid akidesine zıt bir inanç tarzı oluyor. Çeşitli şekillerde te­zahür eden şirk de iman ve islâm açısından reddedilmiş ve yasaklanmış­tır. Şirkte kapalı tarzda Allah inancı görülür, fakat ona eş - ortak koşma söz konusudur. Bazı hallerde ise eş - ortak koşulan, ilâh mertebesine yük­selir, ilâh unutulur ve yanlız eş koşulan varlık ilâh yerine geçer, ilâh olur. Demek oluyor ki, şirkte başlangıçta bir ilâh inancı vardır, ama bu inanç daha sonra aslından uzaklaşır.

Küfür, şirke göre daha geneldir. Çünkü küfürde toptan ve temelden inkâr ve tekzib vardır. Kâfir, mü'minin zıddı, müşrik ise muvahhidin zıd-dıdır ve her ikisi de dünya ve âhiret hükmü olarak mü'min ve müslüman olmayan kimselerdir. 180


Yüklə 1,19 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin