Alevi İslam iLMİhali


İMÂMET İNANCININ GÜNÜMÜZE BAKAN YÖNÜ



Yüklə 1,97 Mb.
səhifə12/87
tarix21.08.2018
ölçüsü1,97 Mb.
#73751
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   87

İMÂMET İNANCININ GÜNÜMÜZE BAKAN YÖNÜ

İmâmet inancı; konumuzun başında da belirttiğimiz üzere, Ehl-i Beyt anlayışına göre, hem dînî liderlik, hem de dîne dayalı dünyevî hilâfet ve yönetimi içerisine almaktadır.

Müslüman’ların târihine baktığımızda; bir yüzünde; yüz kızartıcı, nâhoş, İslâm dışı uygulamalar, yönetimler ve zulüm düzenleri görmekteyiz. Diğer yüzünde ise, aydınlık bir çehre, zulme baş kaldıran, adâlet ve özgürlük âşığı zâtların mücâdeleleri, gelecek nesillere devredilmiş, kıymetli İslâmî ve ilmî eserler, bütün kir ve rezâletlerden uzak bir hayat geçirmiş bir çok İslâm büyüğünün ömür sayfaları, insanlığın bilim ve medeniyette gelişme ve ilerlemelerine ışık tutmuş İslâmî-ilmî çalışmalar, hatasıyla, sevâbıyla İslâm gerçeğini dünyanın dört bir yanına ulaştıran, insanları İslâm’dan haberdâr kılan Müslüman’lar, gayr-i müslimlerin egemen olduğu toplumlardaki fâhiş sapma ve çöküntülere göre nisbî de olsa hakka ve adâlete uygunluk arzeden kısmî yönetim ve idâreleri görmekteyiz.

Bunlardan da önemlisi Resûlullâh’ın (a) rıhletinden sonra, kıyâmete kadar bâki kalmak üzere ebedî rehberler olan Kur’ân ve Mutahhar Ehl-i Beyt’in ve İmâmların (a) tertemiz sîret ve sünneti korunmuş ve bizlere ulaştırılmıştır.

İnancımız odur ki; Ehl-i Beyt İmâmları @, Kur’ân’ın beyân ve tefsîri, sünnetin teblîğ ve teşvîki noktasında Müslüman’lara İmâmlık yaptıkları gibi, dünyevî hilâfet noktasında da kesintisiz olarak İmâmet-Hilâfet makâmına geçirilse, hakları gasb edilmese ve ümmet gereği gibi onlara itaat etse idi, dünyâ; adâletin egemen olduğu, insanların mutlu ve huzur içerisinde bir hayat sürdükleri cennet misâli bir diyâra dönüşecekti. Ancak, târihî bâzı hata ve sapmalar, sebepler ve sonuçlar çerçevesinde bu durumun olumsuz bir şekilde neticelenmesine yol açtı.

Her neyse...

İmâmlar, dünyevî hilâfet makâmından uzak tutuldukları halde, Allâh’a sonsuz hamd ve şükürler olsun ki; öğretilerinin yayılması engellenemedi ve dînin ebedî hakîkatleri, Kur’ân’ın birer müfessiri olan zâtlarca açıklandı ve bizlere sahîh ve güvenilir yollarla ulaştırıldı.

Bu, Kur’ân’ın eskimez, yıllar geçtikçe tâzelenen gerçekleri ile sünnet ve masûmların sîretinde, bir insanın doğumundan ölümüne kadar, gerek şahsî planda, gerekse toplumsal alanda karşılaştığı bütün soru, sorun ve çözümleri ile, sorumluluklarını ihtivâ eden cevherler doludur.

Peki; bu cevherler, masûmların hakka kavuşması ve aramızdan ayrılması ile kitapların tozlu sayfalarında mı kalacaktır? Yalnızca, abdest, namaz, zekât ve benzeri şahsî konularda ve bâzı ahlâkî noktalarda mı bize yol gösterecektir? Sorun sadece ferdî uygulamada İmâmlara uymak idiyse, onların zâlim iktidarlar ile mücâdeleleri ne mânaya geliyordu?

Hele; Allâh’ın kudreti ile hayatta olduğuna ve bir gün gelerek İslam ümmetine komuta ve önderlik edeceğine, adâlet düzenini kuracağına inandığımız İmâm Mehdî @, şu anda zâhir olmadığına ve bu sır oluşun yıllarca sürdüğüne ve kim bilir daha nice yıllar devâm edeceğine inandığımıza göre, bu dönemde Müslüman’lar ne yapacaklar? Dîni tamamen rafa mı kaldıracaklar? Ferdî ibâdetlerini yerine getirip, dünyâdaki mevcut sistemlere ve zulüm çarklarının dönüşüne seyirci kalacak “amân bana ne” diyecek ya da -Allâh etmesin- onlara alkış tutacak, itaat ederek destek mi verecekler? Böyle bir anlayış ne kadar da Kur’ân’a zıt, peygamber efendimizin sünnetine aykırı ve masûmların sîretine (gidişâtlarına) muhâliftir.

Öyleyse; hâl-i hazırda ne yapılacaktır? Dünyânın her neresinde olursa olsunlar, hangi İslâm mezhebine ve tarîkatına mensûp bulunursa bulunsunlar, hangi ırktan gelirlerse gelsinler “Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlullâh” kelime-i tevhîdine bağlı Müslüman’lar neye ve kime tâbî olacaklar? Başı boş, dağınık, parça-bölük, ezilmiş, sürülmüş, hakları ellerinden alınmış, mazlûm, mağdûr, mustazaf, perişan, hep gözleri yaşlı, gönülleri gamlı, bağrı yanık ve çilekeş mi kalacaklar?

Şüphesiz ki hayır!.. Binlerce hayır!

Bu zaman diliminde; Alevîsiyle, Sünnîsiyle bütün Müslüman’lar, ferdî ibâdetleri ile ruhsal kemâle ermeye ve toplumsal güzellikler oluşturmaya çalışacak. Ailelerinden başlamak üzere İslâm’ın tüm güzelliklerini öğrenerek yaşayacak. Suya atılan ve halka halka genişleyen dalgalar gibi İslâmın yaşanarak yayılmasına vesîle olacak. İslâm ahlâk ve fazîletinin yerleşmiş olduğu mahalleler, köyler, kasabalar, şehirler, bölgeler ve ülkeler oluşturacak. Vakit tamamlandığında, tabii bir sevgi, kardeşlik ve îmân atmosferinde, İslâm âlimleri, İmâm Mehdî’nin gelişine zemin hazırlayan ortamın devâmı için İslâm ümmetinin rehberini seçecek ve İmâm’ın vekili konumunda olan seçilmiş; âdil, fâkih, ihlaslı bir önder, rehberlik vazîfesini îfâ etmeye çalışacak ve bu İslâm bayrağını İmâm Mehdî (a.s.) ’ye sunmak üzere Allâh’a kul, Peygamber @’e ümmet, İmâm’a itaatkâr bir cemaat olacak fertleri yetiştirme çalışmasını tanzîm edecek, yönlendirecektir.

O günlerin gelmesi ise; hem Ümmet-i Muhammed arasındaki ayrılığın ve yanlış anlamalardan kaynaklanan kin, buğz, düşmanlık ve fitnelerin yok edilmesine, hem de Allâh’ın izni ile Rehber’in, İmâmın vekili konumundaki âdil bir liderin, ümmetin ortak reyi ile seçilmesine bağlıdır.



Böylece, özelde İslâm ağacının iki büyük dalı olan ve her biri farklı bölge ve iklimlerde güzel meyveler veren Ehl-i Beyt yolu bağlısı Şîa’lar-Alevîler ile Ehl-i Sünnet mektebi bağlısı Sünnîler arasında ve genelde de tüm Müslüman’lar arasında vahdet, birlik ve dirlik oluşur, zillet imhâ, izzet ihyâ edilir. Ki; Alevî ve Sünnî kardeşliğinin, birliğinin ve dirliğinin gerekliliği hususunda bâzı ârif zâtlar şöyle buyuruyorlar:

Alevî-Sünnî kardeşliği hakkında;


“...Ey Ehl-i Hak olan Sünnet ve’l cemâat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizâı aranızda kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyânı birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimâl edecek (kullanacak). Bunu mağlûb ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz Ehl-i Tevhîd olduğunuzdan uhuvveti (kardeşliği), ve ittihâdı (bir olmayı) emreden yüzer esaslı râbıta-i kudsiye (kutsal bağlar) varken, iftirâkı (ayrılmayı) iktizâ eden (gerektiren) cüzî meseleleri bırakmak elzemdir.”59[59]

“...Bugün; Sünnîsiyle, Şîisiyle (Alevisiyle) bütün Müslüman’ların dövüşerek değil, İslâm ve yüce Kur’ân’ın emri gereği uzlaşacakları bir gündür. Kur’ân-ı Kerîm her ne sûrette olursa olsun (haksız yere) çekişmeyi yasaklamıştır. Eğer Müslüman’lar birbirlerine düşerlerse güçlerinden olurlar, insanlıklarından uzaklaşırlar ve beşeriyeti cezbeden vasıflardan uzak kalırlar...”

“...Müslüman’lar birleştikleri, birlikte oldukları, aynı ülküyü paylaştıkları, İslâm’ı her yerde canlandırdıkları ve Müslüman’lara kâfirlerin müdâhelesini önlemek üzere ittifâka vardıkları gün, kutlu bir gün olacaktır...”60[60]

“Bir Sünnî ile bir Alevî-Şîi birlikte yolculuk ediyorlarmış. Önlerine derin ve geniş bir hendek çıkmış. Alevî: “Ben yâ Ali der, bu hendeği atlarım” demiş, ve dediği gibi de yapmış, amma, hendeğin orta yerine yuvarlanmış.

Dar görüşlü Sünnî de: “Ben yâ Ömer der, bu hendeği atlarım” demiş ve o da dediği gibi yaparak hendeğin ortasında hâlâ yanını, belini ovalayan Alevînin yanına düşmüş.

İki kafadar düştükleri hendek içinde bir yandan incinen yerlerini ovuştururlarken, bir yandan da baş başa verip düşünmüşler ve şu hükme varmışlar:

“Bu işte ne Ali’nin ne de Ömer’in kabahatleri yoktur. Kabahat olsa olsa hendeği bu derece geniş kazanlarda ve etrafından dolaşarak yola devam etmek varken, Ali’yi ve Ömer’i çağırarak atlamaya kalkanlardadır.”

Ve, bu iki arkadaş birbirlerine omuz vererek hendekten çıkmışlar, yollarına devam etmişler.

Ey Îmân ehli!

Dünyada tek başına dâhi kalsan, yine de Habl-ı İlâhî (Allâh’ın ipi) olan Kur’ân-ı Kerîm’den ve Nebîler serverinden ayrılma. Mümin ve Müslüman olarak ölmeyi, sâlihlere katılmayı, gece gündüz Allâh’tan dile. İkilik yapma! Tevhîd üzere ol! Îmânda sebat kıl! Kendi kendine (bilgisizce) hüküm vermeye kalkma! Hüküm versen bile, verdiğin hükme kendin uy, başkalarını da kendi görüşlerine çağırma! Diğer mezheplerde bulunan Kıble ehlini kâfirlikle suçlama! Cenâzelerinde hazır ol! Yalnız Müslüman’lara değil, bütün mahlûkâta karşı şefkatli ve merhametli ol! Bütün Müslüman’ları kardeş bil! Halk, senin elinden ve dilinden güvende olsun. Nefsini azîz görme! İzzeti nefsinde değil, dîninde ara! İzzet Allâh ve Resûlü’nün katındadır. Allâh ve Resûlü’ne îmânda dâim olursan, şerîata riâyet edersen iki cihanda da azîz olursun. Allâh ve Resûl’ü senden yüz çevirirse iki cihanda zelîl olur, ebedî olarak zillette kalırsın...”61[61]

Sözümüzü yüce Rabb’imizin ruhlara hayat veren bir kelâmı ile noktalayalım:



“Muhakkak ki müminler kardeştirler. Öyle ise, kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allâh’tan gereği gibi korkunuz ki size rahmet edilsin.” [Hucurât (49): 10]
Şimdi de, İmâmet makâmı ve İmâm @ hakkında, Oniki İmâm’ın sekizincisi olan, Hak İmâm Ali Rızâ (a)’ya kulak verelim.

Buyurdular ki;

...İmâmet makamı, peygamberlerin makâmı ve vasîlerin mîrâsıdır.



İmâmet;Allâh’ın ve Resûlü’nün hilâfetidir.

İmâmet;Müminlerin emîri Ali’nin makâmı ve Hasan ile Hüseyin’in (a) hilâfetidir.

İmâm;Dînin ipi, Müslüman’ların nizâmı, dünyânın salâhı ve müminlerin izzetidir.

İmâm;İslâm’ın gelişen kökü, yücelen dalıdır. İmâmla namaz, zekât, oruç, hac ve cihâd kâmil olur, ganîmet ve sadakalar çoğalır, hadler (şerîatın öngördüğü cezâlar) ve hükümler uygulanır, hudut ve sınırlar korunur.

İmâm;Allâh’ın helâlini helâl, harâmını da harâm kılar. Şerîatın cezâlarını uygular ve uygulatır. Allâh’ın dînini savunur. Halkı hikmet, güzel öğüt ve açık delillerle Allâh’ın yoluna dâvet eder.

İmâm;Gözlerin göremeyeceği ve ellerin ulaşamayacağı bir ufukta doğan ve ışınlarını âleme saçan bir güneşe benzer.

İmâm;Işık saçan dolunay, parlak kandil, doğan nur, karanlıklar ortasındaki hidâyet yıldızı, doğru yolu gösteren kılavuz ve (Allâh’ın izni ve yardımıyla) helâk olmaktan kurtarıcıdır.

İmâm;Yüksek tepede yanan bir ateştir, ısınmak isteyene sıcaklık bahşeder. Tehlikeli yollarda kılavuzdur, ondan ayrılan helak olur.

İmâm;Âdetâ yağmur yağdıran bir bulut, bol sağanak bir yağmur, kapsayıcı gölgesi olan gök, bol suyu olan bir pınar, selin oluşturduğu bir göl ve yerden biten yeşilliktir.

İmâm;Yumuşak huylu, emin, şefkatli baba ve ikiz kardeştir. Küçücük yavrusuna iyilik yapan şefkatli bir anne gibidir, insanların sığınağıdır.

İmâm;Allâh’ın yeryüzündeki ve yaratılmışlar arasındaki emîni, kullarına hücceti ve şehirlerdeki halîfesidir. Halkı Allâh’a çağıran ve O’nun belirlediği sınırları savunandır.

İmâm;Günahlardan tertemiz kılınmış, ayıplardan arındırılmış, özelliği ilim, nişânesi hilim, dinin düzeni, Müslüman’ların izzeti, münâfıkların öfkesi ve kâfirlerin yok edicisidir.

İmâm;Zamânın yegânesidir. Hiç kimse onun makamına ulaşamaz. Hiç bir âlim onun dengi olamaz. Onun, insanlar arasında bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayıcı olan Allâh’ın ikramı ile isteme ve özel çalışmaya (kesbe) dayanmaksızın bütün faziletleri üzerinde taşır.62[62]Durum böyle iken, İmâmı gerçek mânâda kim tanıyıp, özelliklerinin künhüne vâkıf olabilir?

Heyhât! Heyhât! İmâmın makamlarından veya fazîletlerinden birini bile tarif etmekte akıllar yitmiş, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayran kalmış, hatipler âciz olmuş, şâirler yorulmuş, edipler çaresiz kalmış, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, bilginler susmuş, hepsi acziyet ve güçsüzlüğünü îtirâf etmiştir. Şu halde, O’nu bütünüyle anlatmak, olduğu gibi nitelemek nasıl mümkün olabilir? Kim (halkın câhilâne seçimiyle) onun yerine geçebilir? O’na duyulan ihtiyacı doldurabilir? Bu nasıl mümkün olur? Oysa İmâm; yıldızlar gibi, kendisine ulaşmaya çalışanların elinden ve onu tanıtanların tanıtmalarından daha üstün ve uzaktır.

İnsanlar, bu makâmın, Resûlullâh’ın rıhletinden sonra Ehl-i Beyt’inden başkasında bulunacağını mı sanıyorlar? And olsun Allâh’a ki, nefisleri onları aldatmış ve onları yanlış arzulara sevk etmiştir. İnsanlar sarp ve kaygan olan yüksek bir yere çıkmak istemişler de, ayakları kayarak uçuruma yuvarlanmışlardır. Kendi reyleriyle bir İmâm(!) seçmek istemişler. Oysa İmâm seçmek nasıl onların işi olabilir? İmâm; cehaletten uzak, âlim, hile yapmayan bir yönetici ve Nübüvvet madeninden olmalıdır. Nesebiyle ayıplanmamalı, soy sop sahibi hiç bir kimse onunla boy ölçüşememeli, Kureyş kabilesinden, Hâşimî soyundan ve Peyğamber âilesinden olmalı, şereflilere şeref vermelidir. Abdumenaf neslinden gelmelidir. Coşkun ve kâmil bir ilme sâhip, işleri yürütebilen, siyâset bilen, riyâsete lâyık, itaat edilmesi farz olan, Allâh’ın emrini ayakta tutan ve Allâh’ın kullarının hayrını isteyen biri olmalıdır. Allâh peygamberlerini ve onların vasîlerini muvaffak eder, onları sebatlı kılar, başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerinden onlara verir. İlimleri zamanlarındaki bilginlerin ilimlerinin üstünde olur. Nitekim Allâh buyurmuştur ki; “...Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha lâyıktır? Yoksa, doğru yola hidâyet edilmedikçe kendisi hidâyete ulaşamayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” [Yûnus (10):35] 63[63]

Alevî-Sünnî el ele,

Elbet varır menzile.


Yüklə 1,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   87




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin