Ayastefanos Rus Âbidesi (Resim: Reşad Sevinçsoy)
AYASTEFANOS RUS ÂBİDESİ
Göne tarafından istinsah edilmiştir.)
AYASTEFANOS RUS ÂBİDESİ — O
devrin halk ağzında 93 bozgunu diye anılan 1293 (M. 1876) Rus harbinden sonra ve Ruslarla Ayastefanos Muahedesinin akdini müteakip, Rusların bir zafer tahakkümü ile İs-tanbülun bu sayfiye köyünde diktikleri muazzam bir âbide idi. Birinci Cihan Harbi başında, Türkiye ile Rusyanm yekdiğerine karşı ilânı harbi müteakip, iktidarda bulunan İt-tihad ve Terakki Fırkası hükümetinin millî vekarm ifadesi olan bir karariyle yıktırılmıştır. Bu vakayı tesbit eden aşağıdaki satırlar, İttihad ve Terakki Fırkasının naşiri efkârı olan Tanin gazetesinin 15 Teşrinisani 1914 pazar tarihli nüshasından nakledilmiştir:
«Dün sabah saat 8.30 da Ayastefanosda, 93 Moskof muharebesinin bir hâtırai şeameti olmak üzere Ayastefanos muahedei elîmesini müteakip, zahiren bir müessesei diniye ve hayriye, hakikatte ise Moskof oiişanei zaferinden başka şey olmıyan binanın kail esası resmi bir cem'i gafir tarafından icra edilmiştir.
«Milleti İslâmiye, şüphesiz payitahtı mu-
azzamada Rus galibiyetini ilân eden bu âbi
denin takasına tahammül gösteremezdi. Aha
li önce binanın ahşap aksamını yakmış ve bi-
lâhara kârgir kısmını da tahrib etmiştir. Fa
kat hedim ve tahribe başlanmazdan evvel,
din ve dinayete hürmetkar olan halk tarafın
dan kulenin yukarısına muallak
bulunan cesim çan vesar taraflar
da muallak çanlar indirilmiş, kule-
nin üzerine vesair tahrib edilen
mahallere Osmanlı bayrakları rek-
zolunmuştur. Halk, âbidenin en
7 4 yüksek yerlerinde davullar çalarak
ilân şadümani etmiştir. Binanın içinden çıkarılan eşya polis Müdüriyetine teslim edilmiştir. Bunların meyanmda pirinçten mamul altun yaldızlı âbidenin küçük bir numunesi bulunmaktadır. Kilisede mevcut bulunan kıymettar eşya, hayli zaman evvel bir Rus rahibi tarafından alınıp götürülmüştür.
«Dün tahrib edilen Rus nisa-, nei zaferinin inşasına 1302 (1886) tarihinde başlanmış ve 1307 (1891) senesinde ikmal edilmiştir. Ga-
ÂYASTEFANOS RUS ÂBİDESİ
— 1500 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 1501 —
ÂYASTEFANOS RUS ÂBİDESİ
yet metin ve sert kayalardan bir kale şeklinde duvarları mazgallı olarak inşa edilmiştir. Bu meş'um âbideyi tahrib edenler me-yanında civar köylerden gelen pek çok Rumeli muhacirleri hazır bulunmuştur.
«Bu münasebetle 93 muharebesinin bu âbideye taallûk eden bâzı hâtıralarını karilerimize hatırlatmağı faydadan hâli görmüyoruz:
«Ayastefanos Muahedesi mâelkerâhe addedilmiş iken Mbskoflar askerlerini Memaliki Osmaniyeden geri çekmek için iki mühim şart teklif etmişler ve bu iki şart kabul edilmedikçe münasebatı siyasiyeyi tamamiyle iade et-miyeceklerini Babıâliye resmen iş'ar eylemişlerdir. Bu iki şarttan birisi Ayastefanos-da alâmeti zafer olmak üzere bir sütunu kebirin rekzi ve üzerine «Rusya askerinin Devleti aliyyeye galebesi» ibaresiyle tarihi muahedenin hâkkedilmesi idi. Abdülhamid Ruslar tarafından dermeyan edilen şartı mezkûru kabul etmiyerek doğrudan doğruya Rusya imparatoruna müracaat ve tedabiri sairei si-yasiyeye tevessül ve en nihayet Ayastefanos-daki âbidenin şimdiki hâli olan müessesei hayriye namiyle bir bina inşasına muvafakat eylemiş idi.
«Ruslar, âbide için Barutçubaşı ailesinin tahtı tasarrufunda bulunan araziyi satın almışlardı. Bina, muharebede ölen Rus zabıtan ve efradının defnedildiği mezarlar üzerine kurulmuş idi».
Birinci Cihan Harbinde Türkiye ile Rus-yanın iki muhasım devlet olmasından sonra, İstanbul matbuatında Ayastefanosa Rus âbidesinin kaldırılması zamanının geldiğini yazan ilk muharrir, Aka Gündüzün makalesi üzerine «Tezahüratı Milliye Heyeti Tertibi-yesi» adı ile bir komite teşekkül etmiş ve bu komite tarafından Fatih camiinde muazzam bir miting tertip edilerek Ayastefanosa gidilmiştir.
Devrin gazetelerinden Tasfiri Efkârın 20 Teşrinisani 1914 tarihli nüshasında da, âbideden indirilen ve lıiri gayet büyük olan dört çanın, kamyonlarla Askerî Müzeye nakledilip, Fatih Sultan Mehmed tarafından İstan-bulun fethi esnasında Halici kapamak için gerilen Bizans zincirinin yanına konulduğu kaydedilmiştir.
Aşağıdaki notlar, İstanbul Ansiklopedisine Rakım Çalapala tarafından verilmiştir:
«Ayastefanos Rus âbidesinin yıkılışı,' Avusturyalı bir şirket filme almak istedi. Fakat harp dolayısiyle, böyle bir filmi ancak bir Türk askeri çekebilirdi. Şirketin İstanbul mümessili Mordo, o zaman bir ihtiyat zabiti olan Fuad Ugkmay isminde bir gence bir film çakme makinesi vererek onu bu işe teşvik etti. Fuad Bey, o zamana kadar hiç film çekmemişti; sade fotoğraf çeker, sinema oynatmasını bilirdi. İlk defa olarak bu hâdiseyi filme aldı ki Türkiyede çekilmiş ilk aktü-alite filmidir; Türklerden ilk film operatörü de kendisidir. Bundan sonra sinemacılığı meslek edinmiş, Müzei Askerî sinemasında, Merkez Ordu sinema dairesinde, Malûlini gu-zata muavenet cemiyeti film stüdyosunda, Kemal .Filmde operatörlük yapmıştır. Hâlen de Harb Akademisi film çekme merkezinde memurdur». Tasfir gazetesinin hususî fotoğrafçısı da, maalesef adı tesbit edilemedi, âbidenin büyük kulesi çökerken harikulade muvaffakiyetli bir enstantane resim çekmişti.
Reşid Hâlid Gönç
Ayastefanos Rus âbidesini yıkan dinamitleri eliyle koyup ateşlediğini söyleyen emekli yarbay Y. Bahri Doğançay bu târihî hâdiseyi «Tarih Dünyası» mecmuasına yazdığı bir makaalede, Tanin gazetesinde intişar eden yazıdan tamamen başka şekilde anlatıyor:
«Binbaşı Hamit Fahri Beyin kumanda ettiği 27 inci süvari alayı o tarihte Davut-paşa kışlasında idi. Ben, bu alayın ikinci bölüğünde teğmendim.
Harpte; süvari sınıfı mensuplarına demiryolu, köprü, istasyon tesisleri ve daha buna mümasil yerlerin tahrib vazifesi düşer. Bu sınıfa tahribi öğretmek için her sene kurs yapılırdı. Böyle bir kursun son günü alay kumandanı amelî ve tatbikî sahada bu işi görmemizi istedi. Sahipsiz bir duvar, kurumuş bir ağaç, bir demir parçası bulmak ve üzerinde tahrip tecrübeleri yapmak üzere kışladan çıktık. Ayastefanos civarında Kalkıratya köyünün hemen yanında bulunan Ayastefanos âbidesine geldik. Alay kumandanı, «İşte bu âbidenin bahçe duvarında birinci tecrübeyi yapalım» dedi. Duvarın metanetini, kalınlığını, yüksekliğini ölçüyor ve ona göre koya-
cağımız tahrip kalıbının mikdar ve adedini tesbite çalışıyorduk.
«Bir gün evvel İstanbuldan ve civar köylerden gelen şahıslar âbide önünde nümayiş yapmışlar ve ellerindeki kazmalarla duvarları yıkmağa kalkışmışlardı. Biz meşgul olurken o vaktin emniyet umum müdürü olan (İttihat ve Terakki hükümetinin polis müdürü umumisi) Bedri Bey de âbidenin içerisinde bir gün evvelki hâdise dolayısı ile tetkiklerde bulunuyormuş, bir köylü koşarak: .«Efendim, süvariler âbideyi yıkıyorlar..» demiş, Bedri Bey de pürtelâş dışarı fırlamış, bize doğru koşarcasına geldi, alay kumandanına:
— Ben emniyeti umumiye müdürü Bed
ri!., dedi:
Alay kumandanı da:
— 27 inci süvari alayı kumandanı bin
başı Hâmid Fahri! diye mukabele etti.
Bedri Bey asabî bir hal ve tavırla ve heyecan içinde:
— Hangi makamdan emir alarak ve ken
dinizde ne gibi bir salâhiyet görerek âbideyi
yıkacaksınız?., dedi.
Alay kumandanı şehid Hâmid Fahri Bey merhum da hiddetli hiddetli:
— Beyefendi, vicdanımızdan! 33 senedir
milletin sinesinde dikili duran Moskofun bu
meş'um âbidesini yıkmak için daha 33 sene mi
beklemek lâzımdır? Hükümet yıkmak iste
miyorsa, bunu yıkmak milletin hakkıdır! mur
kabelesinde bulundu.
Bedri Bey:
— Hükümetin muvafakati yoktur, bu işi
yapmaktan sizi menederim! deyince:
Hâmid Fahri Bey, mütecellidane bir tavırla:
— Milletin şahlanmış irâdesini durdur
mak elinizde ise buyurun, biz şimdi âbideyi
yıkacağız, mâni olun! diye cevap verdi.
«Hâmid Fahri Bey, çok vatanperver bir zattı. Aziz Atanın Harbiyeden sınıf arkadaşı idi. Pek yakışıklı ve kabadayı idi. Çok heyecanlanmış olduğu bu anda da, bir kat daha heybetli olmuştu.
Bedri Bey fazla konuşmadı. Derhal döndü, âbide önünde duran otomobiline binerek İstanbul istikametini tuttu.
Kumandanımız:
— Arkadaşlar, duvarı değil, âbideyi yı
kacağız! Tahrip kalıplarımız bu işi başarma-
ğa kâfi gelmezse tırnaklarımızla sökeceğiz! dedi.
«Hepimiz son derece heyecanlanmıştık, alayın en genç subayı idim :
— Kumandanım, dedim, Harbiye mektebinde tahrip dersi gördüm, Balkan Harbinde tahrip işi yaptım, müsaade ederseniz bu işi ben yapayım..
Çok memnun oldu. Hemen kuleye girdik. O ne muazzam bina idi! Bina duvarlarının iç yüzünde o harbde ölen Moskoflarm isimleri oyularak yazılmıştı. Ölülerinin kemikleri mahzenlere doldurulmuş. Papaz daireleri, muhafızların yerleri ve daha bir çok teşkilât için odalar.. Âbide betonarme olup hariçten vaki olacak bir taarruza ve her türlü çapta top ve silâhlara karşı koyacak metanette idi. Kaide kısmından âbideyi yıkmak toplarla tahrip kalıbına ve günlerle emeğe bağlıydı.
«Âbidenin tâ tepesine çıkan dıştan bir merdiveni vardı. Bu merdivenden çıkıyor, her kademeyi inceliyorduk. Bir sahanlığa geldik, bu kısımda âbide oldukça daralmıştı. Araları birer buçuk metre açıklıkta 12 gârgir ayak üzerinde üst kısmını tutuyor. Âbidenin buradan tahribini mümkün gördük. Ayaklardan bir kaçını tahrip edersek âbidenin yıkılacağına hüküm verdim.
«Ben, dört ayağa kalıpları bağladım. İki ayaktaki kalıplara iki fitil taktım. Diğer iki ayaktaki kalıplara yalnız kapsül koydum. Bu kapsüller sirayetle ateşleme usulü ile ateş alacaklardı. (Tahrip de bir usuldür). Şimdi, bu iki fitili ateşlemek için iki kişi lâzım. Biri ben, diğeri için benim bölükten Üsteğmen Hobyarlı Haydar çıktı. Ateşledikten sonra mmtakai mühlikenin dışına çıkmak lâzımdı. Onu prova ettik. Haydar Bey evli idi.
Kumandan: «Evvelâ o ateşlesin kaçsın, sen bekârsın sonra da sen kaçarsın» dedi. Böyle yaptık. Provamız iyi netice verdi. Kumandan ve subaylar âbideden uzaklaştılar. Biz Haydar Beyle birer sigara yaktık Evvelâ Haydar sonra da ben sigara ateşiyle fitilleri ateşledik; kule merdiveninden son hızımızla indik ve koşarak bahçeyi geçip bahçe duvarının arkasına gizlendik. Fitillerin yanma müddeti 100 saniyedir. İnfilâk oldu, fakat ses tek çıktı. Duman sıyrıldı, kule duruyor. Müteessir ve mahcup tekrar o kısma çıktık. Haydar Bey
AYAŞLI (Hüseyin)
— 1502 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
1503 —
AYAŞLI (Hüseyin)
heyecanın verdiği şaşkınlığı ve acemiliği sai-kasiyle fitili ateşliyememiş. Ne ise, onu da ben ateşledim. Âbidenin dört ayağı parçalandı; lâkin gene çökmedi. Yalnız hafif meyil-lendi. Başka tahrip kalıbımız yoktu. Kışlamız uzaktı. Gidip getirilmesi uzun zaman isterdi. O vakit İstanbul civarı kıt'alarla dolu idi, en yakın kıt'alara subaylar gönderildi. Bir kıtadan bir miktar bulmuşlar, getirdiler. Çıktım, iki ayağına da onları koydum. Bu suretle altı ayak tahrip edilmiş olacaktı. Eh, artık bu sefer âbide muhakkak çökerdi. Onu da ateşledim. O ayaklar da uçtu, fakat âbide yine yıkılmadı, biraz daha eğrildi, o kadar. (13 Teşrinisani 1914 Cumartesi).
«Tahrip kalıbı bitmiş, akşam yaklaşmıştı. O halde bıraktık ve kışlaya döndük. Gece tekmil alaya hakikî fişek dağıtıldı. Sabaha bir kaç saat kala âbide yolunu tuttuk.
«Emniyet Umum Müdürü Bedri Bey' İs-tanbula döner dönmez Dahiliye Nazırını keyfiyetten haberdar etmiş, o da kolordu, kumandanını ve nihayet Harbiye Nâzın Enver Paşayı aramış. Bu zevat o gün İstanbul civarında yapılmakta olan manevra meydanında olduklarından akşama kadar kendilerine haber verilmek imkânı bulunamamış. Ancak gece malûmatları olabilmiş, âbidenin yıkıl-mamasım sağlamak üzere geceden üç tabur gönderilmiş. Ayrıca Harbiye Nezareti Daire Müdürlerinden bir çok da subay yollanmış, biz âbideye vardığımızda henüz ortalık ay-dmlanmamıştı.
— Nezaretin emri var, âbideyi yıkamaz
sınız! dediler.
O da:
— •Muhakkak yıkacağım! diye cevap ver
di, eğer mümanaat ederseniz, alayı getirdim
ve askerlere hakikî fişek verdim, zor kulla
nırım, bu uğurda her şey göze alınacaktır!..
Baktılar ki Hamid Fahri Bey çok hiddetli ve vaziyet viddî onu yatıştırmak için:
— Âbide bu hali ile tehlike arzediyor,
onu fen dairesinde yıkacağız, bu suretle sizin
sözünüz ve arzunuz da yerine gelmiş olacak
tır, diyorlardı.
«Konuşma çok hararetlenmiş ve şiddetlenmişti. Tam bu anda kaputumun altına bir kaç tahrip kalıbı sokarak alay kumandanına sokuldum. Çok yavaş sesle:
— Efendim, siz lâfa tutun, ben kuleye çı
kıp ateşliyeyim! dedim.
«Keyiflendi. Eliyle dürterek muvafakat işaretini verdi. Bir iki saniye sonra merdiven başındayım. Bir gün evvelki, infilâkın fırlattığı irili ufaklı taşlarla merdiven yolu tıkalı. Düşünecek an değil. Gençlik, heyecan, aşk ile vücuduma verdiğim inhina ve iğvicaçlar-la sürünerek, kıvrılarak, uzanıp toplanarak bu müşkülü yendim ve sahanlığa çıktım. Üstümde âbidenin eğrilmiş kısmı sallanıyor. Ne yalan söyliyeyim, ürktum. Sağlam ayaklardan ikisine, görünmemek için yüzü-koyun yatarak, kalıpları bağladım. Kapsüllerini koydum, fitilini taktım. Herşey tamamdı, ortalık da ağarmış, güneş ufukta yükselmekte.. Bir cı-gara çıkardım, fitili çakmağımla yaktım. Aşağıda münakaşa hâlâ eski şiddet ve hararetiyle da münakaşa hâlâ eski şiddet ve hararetiyle devam ediyordu.
«Kuleyi saran taburlar şimdi daha iyi görünüyor, beş yüz metre kadar uzakta bizim alay, kumandanından emir bekliyor. Kordon hattının gerisinde binlere varan halk kütlesi meşkûkiyet içinde, ne oluyor, ne olacak diye bekleşmekte.
«Birden sesimin bütün tonu ile:
— Kaçın ateşliyorum! diye haykırdım.
«Ortalık karıştı. Herkes birbirini ite kaka bahçe kapısına doğru kaçıyor. Ne nöbetçi kaldı, ne kordon, ne emir, ne kumanda.. İstisnasız herkes soluğu uzaklarda alıyor..
«Tehlikeli sahada Kimsenin kalmadığını anlayınca ateşledim. Ve bilmem nasıl bir kudret, o tıkalı merdiven yolunu sür'at ve suhuletle geçmemi temin etti. Kendimi, infilâktan evvel — bir gün evvel olduğu gibi — bahçe duvarının gerisinde buldum.
«Bir saniye sonra bir infilâk!..»
Bu hâtıra karşısında ittihadcıların Ayas-tefanosdaki meş'um âbidenin yıkılması için neden, kimden çekindikleri düşünülecek meseledir..
AYAŞLI (Hüseyin) — Büyükşehir İstan-bulun günlük hayatında, cendereye atılan üzüm salkımları gibi, rızık temini yolunda çırpınmış kimsesiz kara bahtlı çocuklardan biri, bir deniz kazasının kurbanı, ve bu ansiklopedinin müellifi R.E. Koçu'ya üç mersiye yazdırmış masum bir sîmâ; Koçu, 1956 -1958 yılları arasında, «Her Gün» gazetesinde kendisine emânet ettiği sohbet sütununda bir gün bu çocuğu şöyle anlatmıştır:
«Hazin vakadır, üstünden onbeş yıl geçti (1959 da 17 yıl), 'benim için hâlâ dünkü faciadır.
«Vakit akşamın beşi, altısı, köprünün Kadıköy tarafından vapura geliyorum., o saatlerde hepinizin bildiği yer, kalabalığın arasından yalnız onu seçeyim ve göstereyim: On-beş onaltı yaşlarında, vücud yapısı tığ gibi bir oğlan, baş açık, yalın ayak, pırpırı; paçaları kopuk dizleri yırtık pantalonun üstünde
tiril tiril bir mintan..
«Baş, Louvre Müzesinin kıymetine bahâ biçilememiş Yunanı Kadîm eseri tunç atlet gibi güzellik hârikası, koyu kumral saçlar yo-sunlaşmış, tel tel değil, tutam tutam., ayaklar çamurlu, eller kirli, oynar oynar balıklar satıyor,, az kalınca tatlı bir ses:
-
Oltanın bunlar!.. Oltanın!..
Bir adam:
-
Ne vereyim?., diye sordu.
-
İki lira...
Pazarlık başladı, sokuldum:
Sar onları bir kâğıda evlâdım!., de
dim.
-
Ben alacaktım..
-
Hayır, siz pazarlık ediyordunuz...
«Ertesi akşam çocuk ayni yerde:
-
Oynar oynar!,. Oltanın bunlar...
Sar onları bir kâğıda evlâdım...
«Üçüncü akşam yolum kesildi:
-
Bey amıca oynar oynar... Size sakla
dım...
«O tarihlerde evimizdeki kedilerin sayısı kırkı aşkın.. Ablacığımm kedileri... Anam da sağ, kediler, ben ve o balığın düşkünüyüz, ablam ise ağzına koymaz..
«Aradan kâh kaybolarak, kâh meydana çıkarak bir ay geçti, ve bir akşam elleri boş yoluma çıktı, mahcub, ürkek:
Beyefendi., dedi, ben sizi gazeteci
lerden sordum, öğrendim, istediğini o bey
yapar dediler, sizden bir ricam var benim...
«Serseri, esrarkeş bir balıkçının el ulağı olarak hayatı çok çetin geçiyormuş, çok yor-gunmuş, liman vapurlarından birinin büfesinde garsonluk için benden tavassut, himaye, kefalet istedi: — Yüzünüzü kara çıkarmam bey amıca! dedi.
«Bir ahbaba iki satırlık yazım çocuğun işini gördü, o âlicenâb adam anasının yüzünü
hatırlayamıyan, babasını İstanbulda kaybeden, Köprü altında, mavunalarda, boş yük vagonlarında, sabahçı kahvelerinde ve Tophane hamamlarında yatan, uçurumun hemen kenarındaki Ayaşlı Hüseyini kurtarıverdi; giydirdi, kuşattı..
«Aradan yine bir kaç ay geçti, bir gün bir vapura bindim, Hüseyinin vapuru imiş, sırtında tertemiz beyaz ceket, el yüz pırıl pırıl, koltuğunda sarı pirinç tepsi, beni gördü..
«Bir zamanlar Bey amıca idim, sonra Beyefendi olmuştum:
— Babacığım., babacığım!., diye elleri
me sarıldı.
«Şefkatin hasretini çeken yavrum, evlâdım..
«Aradan yine bir kaç ay geçti, Hüseyinin vapuruna bindim, çocuk ortalıkta yok. Kahve ocağına sordum:
— Ah beyim., dediler, o çocuk yaktı
bizi!..»
Ayaşlı Hüseyin ölmüş.. «Bir gün kan kustu, hastahâneye kaldırdık, ertesi sabaha
Hüseyin Aya|ü (Resim: S. Bozcalı)
AYAZ
_ 1504 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 1505
AYAZMA CAMİÎ
çıkmadı» demişler. Bir gemici de: «Öyle değil...» demiş... Lodos fırtınasında koşar, kuvvetli bir dalga gelir, alt güverteyi kaplar, öbür kenarda bulunan Hüseyinin ayağı kayar, dü-,şer, kalkmak istenken gemi onun bulunduğu tarafa yatar, oyandan boşalan sularla beraber çoçucuk denize uçar, gider. «Beyim., bir çığlık duydum... o kadar..» diye anlatır.
R.E. Koçu'nun Hüseyin çocuk mersiyelerinin birincisi «Eylül İ942» tarihini taşımaktadır, Hüseyinin ölümünü öğrendiği gecedir :
Can çocuktur Kınalı, boyalı Tekir, mercan çocuktur
Sesi poyraz
Gözleri aynalı '
Kan kırmızı
Külhan çocuktur
Koşmaz, uçar
Ele avuca sığmaz, kaçar
Havadır, cıvadır
Çıplak ayağında çamur Başında samur Yaman çocuktur
Cin gibi geytan Dostuna kalkan Şövalye, kahraman çocuktur
Ruh gibi serin Rüya gibi derin Hüseyin nerede?
Öldü..
Kalb döküldü
Dudak büküldü
Cinnet güldü
Çözmüyor Allah içimdeki düğümü
İkinci mersiye bir yıl sonra, gemiciden deniz faciasını dinlediği zaman yazılmıştır:
Zifiri karanhkda bir sandal Sandalcı dev, Yedekci çocuk bir dal
Hüseyin!
Yıldızlar, uçurtmaların
Ve denize akseden ışıklar
Yalınayak, pırpın
Ömrün boyunca attığın oltaların.
Şaşkın bakıyorum etrafa Ruhunu bu gece yavrum Denizde geldim tavafa..
Üçüncü mersiyeyi «Her Gün» gazetesinde söyle anlatıyor:
«Beş yıl daha geçdl. Yine gece, gök yüzünde ayın onbeşi ve denizde lodos fırtınası.. Sesler hırçın martıların mı? Rüzgârın mı? Bey amıca, beyefendi, babacığım babacığım..»
Nerde çıplak ayaklarının izi?
Son çırpınışın, feryadın aksi nerde?
Nasıl aramalı denizi?
Denizin üstünde bir gümüş servi melıtâb Gönlüm bülbül dalında Perişan, bîtâb...
AYATHANGELOS -— Fener Rum Ortodoks patriklerinden; aslen Edirnelidir, kilise hayatına Moskova Rum cemaati papazlığından .başlamıştır; 1815 de Belgrad, 1825 de Kadıköy metropolidi tayin edilmiş, 1826 da patrik seçilmiştir; bu makamda dört sene kalmış, 1830 da azil edilerek Kayseriye sürülmüş, 'bir müddet sonra menfası Edirneye tahvil edilerek orada ölmüştür. Türkçe, >bul-garca, rusca ve fransızca bilir kültür saihibi bir zat idi, fakat muasırları tarafından paraya karşı fazla harîs olmakla ittiham edilmiştir. Din ve ahlâk mevzularında bir kaç eser yazmış ve bastırmıştır.
Neoklis Sarris
AYAZ — Külhâni, hâneberduşlar argosunda kesad, işsizlik, iş durgunluğu; misal:
Bazan ayni mânâda «ayaz kesmek» de denilir, meselâ bir pırpırı hammal oğlancık: «Üç gündür ayaz kesiyorum abi.. bir el çantası bile vermediler abi...» diye derd yanar.
Mektepli gençlerimiz argo konuşmaya başlayalı bu' kelimeyi ağızlarına mal etmiş, fakat farklı anlamda, «zor, çetin, müşkil» yerine kullanmaya başlamışlardır; misal:
-
Yarın asalım (okula gitmeyelim)!..
-
Dersler ayaz, asmam!..
Yahud:
—- Dersler ayaz, tornalı!
Mektebli argosunda ayazın zıddı «Fasarya» dır. (B.: Asmak; Kırmak; Fasarya).
Ferid Develioğlu «Türk Argosu» adındaki eserinde «Ayaz» ı «fena, kötü, tehlikeli adam» anlamımda kaydediyor, ve: «Orası ayazdır., gitmem!..», «işler ayaz!..» misâllerini veriyor.
Biz külhâniler ağzında «ayaz» m bu anlamlarda kullanıldığına rastlamadık; kesad,
işsizlik ve iş durgunluğunda zâten «fenalık, kötülük» vardır; fakat «işler ayaz!..» denilince doğrudan «işlerin kesadlığı» anlaşılır.
Yine bu kökden «ayazlamak», külhan! argosunda bir yerde bir adamı, bir şeyi ümid ile boş yere beklemek; misal:
— Herif gelmedi, dün de ayazladım.
Bibi.: F. Develioğlu, Türk argosu
AYAZ — Onbirinci milâdî asrın başlarında Asyanin büyük hükümdarlarından Mah-mud Gaznevî'nin şark edebiyatında müstesna güzelliği dillere destan olmuş mafabub nediminin adı; İstanbul tahtında oturmuş âliosmon pâdişâhlarının en haşmetlisi Kanunî Sultan Süleyman (şâir Muhibbi) de -bir nev-civan sânında yazdığı bir gazelini bu güzel delikanlının adı ile bitirmiştir.
Kuvvetle tahmin edilir ki büyük hükümdara bu gazeli yazdırtan güzelliğin tecelli ettiği yüze sâhib olan genç, Enderunu Hümayunun Zülüflü Ağalar denilen iç oğlanlarından biridir ve adı da Ayaz'dır; bu takdirde gazelin bu ansiklopedideki kıymeti evleviyetle artacaktır.
GAZEL
Dedim askına düşdüm pür niyazım Dedi bağdan başa ben dahi nâzım
Dedim gönlümü gel yıkma habîbim Dedi sandın beni ben dünüvâzım
Dedim dil mürgini benden ayırma Dedi bilmez misin ki şahbazım
Dedim balâ mıdır kaddin ya Tuba Dedi auden yüze ben gerefrâzım
Dedim Mahmud'un olmuşdur Muhibbi Dedi hüsn ile ben dahi Ayâz'ım
AYAZAĞA — Ferid Develioğlunun Türk Argosu adlı eserindeki kayde göre argo Jko-nuşan talebeler arasında «yüzü asık adam, sert adam»; değerli müdekkik şu misâli veriyor: «İlk ders Ayasağanın.. Gözünü aç!..».
AYAZBOSTANI SOKAĞI — Boğaziçinde
Arnavudköyünde, köyün bayır tarafında iki
dirsekli bir çıkmaz sokaktır. Bakiniz, toprak
yol haline gelmiştir. Sol tarafı bayır, sağ ta
rafında üçü kârgir on beşi ahşab, ikişer üçer
katlı, ekserisi bahçeli evlerin üst katlarının
Boğaza hoşça .bir nezareti olması gerekir.
S&kenesi orta halli Rum aileleridir (Kasım
1959). Hakkı Göktürk
AYAZMA, AYAZMALAR — Kelimenin aslı numca olup mebrûk, mübarek manasınadır. Putperestlikten hıristiyanlığa intikal ederek bir aziz veya azizenin adına bağlanmış kuyu ve pınarlardır ki, halk arasında suyunun türlü maraz ve illetlere karşı şifalı olduğuna inanılır, ziyaret edilir; adını taşıdıkları aziz veya azizenin gününde, bu ziyaretler bir panayıra inkılâb eder.
İstanbul civarında ve şehir içinde sayı-lamıyacak kadar çok ayazma vardır. Büyük-şehrin günlük hayatında suyun kıymeti ölçülemez azamettedir. Şehrin civarındaki su kaynakları, büyük yapı örneği su yolları ve su kemerleri ile şehrin içine akıtılmakla beraber, eski İstanbul muhasaralarında, suyu şehir dışından gelen çeşmeler kuruyunca İstanbulluları açık ve yeraltı sarnıçları ile ayazmalar sulamış, yaşatnlıştır.
Ayazmanın gününde, panayırında, en yakın kilisenin despotu ayazmaya gelerek ruhanî bir âyin yapılır ve bu vesile şifalı sudan içilir. Sair âdi ziyaretlerde, ayazmanın fukara sandığına gönülden kopan bir sadaka parası atılıp aziz veya azizenin ikon'u önüne bir mum yakmak, ziyaret âdabmdandır. Ayazmalar, Müslümanlar tarafından da ayrîi saf inan ile ziyaret edilir. Panayırı en parlak olan ayazma da, Balıklı .ayazmasıdır (B. : Balıklı ayazması). Ayazmalar, gittikçe azalmaktadır; bir kısmı şahıs mülkü olmuş; bir kısmı, suyu kirli görülerek kapatılmış bâzıları tamamen terkedilip harab olmuştur; yalnız kiliseler içinde bulunanlardır ki, emniyet ile idamei mevcudiyet etmektedirler. Bu arada zamanımızda şifalı suya itikadın da gevşemiş olduğunu kaydetmek lâzımdır. İstanbul Ansiklopedisinde ayazmalar, Ayil, Ayii ve Ayios maddelerinde kaydedilmiştir. İstanbul Ansiklopedisi adına da ayazmaları, Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi teknisiyenlerinden Hakkı Göktürk dolaşmıştır ki, bu azimkar ve vefalı arkadaşın himmetini belirtmek İstanbul Ansiklopedisinin bir bordudoır.
AYAZMA CAMİİ — Üsküdarda, liman ağzına ve Kızkulesine hâkim bir sırt üzerindedir ki, bu sırt ve semt de Ayazma adını taşır ve cami adını buradan alır. Üsküdarın Selâtin camilerindendir, Üçüncü Mustafa ta-
AYAZMA CAMİİ
1506
istanbul
ANSİKLOPEDÎSÎ
— 1507 —
AYAZMA CAMİİ
Dostları ilə paylaş: |